“Ben bir gizli hazineydim, bilinmek istedim; mahlûkatı yarattım.” (Acluni, Keşfü’l-Hafa, II/132)
Varlığının başı ve sonu olmayan, kâinatı “ol” emriyle belli bir düzen içinde yaratan yüce Allah, zâtının bilinmesini istedi. Allah, insanoğlunu yarattı ve ona en güzel sureti verdi. Ona ruhundan üfledi. İnsanı yeryüzüne halife kıldı.
Geçmişten beri yapılan araştırmalar, çalışmalar insanı anlama kaygısı taşımaktadır. İnsanı tüm boyutlarıyla ele almaya çalıştığımızda hiçbir zaman bir sona ulaşamıyoruz. Çünkü insan büyük bir bilinmezlik içindedir. İnsan kâinatın minyatürü hükmündedir… Teknoloji ve tıp ilerledikçe insan bedeni ve beyni hakkında yapılan araştırmalar, insanı tanıma noktasında bize yeni kapılar açmaktadır. Bedenimiz hakkında yeni somut verilere ulaşmış olsak da bu araştırmalara her geçen gün yenileri eklenecek ve biz hayretler içinde kendimizi tanımaya devam edeceğiz.
İnsanın insanla ve toplumla olan ilişkisini, insanın yaşam tarzını inceleyen antropolojide de araştırmalar her zaman devam edecektir. Çünkü insan değişen bir varlıktır. İnsan değiştikçe çevresini de değiştirecek; gelecek nesilleri de etkileyecektir. Aile yapısı, çalışma hayatı, yaşam yerleri değişen insanın buna bağlı olarak düşünceleri, duyguları, ihtiyaçları, ilgi ve istekleri de değişecektir.
Teknoloji ne kadar gelişse de insanın duygularını, düşüncelerini ölçen, değiştiren, yönlendiren bir araç henüz bulunamamıştır. İnsanın duygu, düşünce dünyası ve bilinçaltı her zaman gizliliğini korumaktadır. İnsanı anlamaya yönelik geliştirilen disiplinler ve psikoloji alanındaki çalışmalar insanı tanıma konusunda yüzde yüz sonuç vermiş değildir. İnsanlık tarihinde, yaşanan buhranların belki de temel sebebi kişinin kendini tanıma ve anlamlandırması çabasıydı. “Ben neyim, kimim, nereden geldim, neden geldim, nereye gidiyorum?..” gibi soruların sorulmadığı tek bir devir bile olmamıştır. Çünkü insan; ruhuna üflenen güzellikleri bulmak, bilinmezlikten kurtulup kendini tanımak, kendini basamak olarak kullanıp asıl güzele ulaşmak için asırlardır sancı çekmiştir, çekmektedir ve her zaman çekecektir.
Sorgulamaların sonucunu Allah’a bağlayamayanlar büyük bir çıkmaza girmişlerdir. Yolun Allah’a ulaştığını görenler ya nefis ve şeytanın etkisiyle inkâr yoluna gitmişler ya da iman edip hak yolu bulmuşlardır. Sınırlı dünya hayatında, sınırlı organlarla ve sınırlı bir akılla ancak belli bir noktaya kadar ilerleyen insan, sonrasında kalbiyle adım atmayı öğrenebilmelidir. Yoksa akıl, o kişiyi akılsız işler yapmaya sürükler ve kişi şeytanın vesveselerine kurban gider.
Bilinmek, görülmek, var olmak her insanın hava kadar, su kadar gerekli temel ihtiyacıdır. Aç ve susuz kaldığımızda bedenimizin verdiği tepkileri bile bazı durumlarda okuyamazken ruhumuzun çığlıklarını nasıl duymayı bekliyoruz? Aç, susuz ve uykusuz kalan bünye nasıl tepki verir? Bu kişide baş ağrısı, baş dönmesi, mide ağrısı, gözde kararma, tansiyon düşmesi, ellerin titremesi, uykusuzluğa bağlı halüsinasyonlar gibi semptomlar görürüz. Başı ağrıyan birine su içip içmediğini sorarız. Başı dönüyorsa aç mı tok mu diye anlamaya çalışırız. Peki ya var olma sancısı çeken bir insanı nasıl tanıyabiliriz?
Herkes var olmak, bilinmek, koşulsuz sevilmek ister. Herkes kendi kabınca bu istekleri içinde barındırır. Kişi nerede var oluyorsa kendini oraya ait hisseder. Köklerini o toprağa salar. Orası onun için doğru toprak mıdır, bilinmez. Nice gençlerimiz var ki yanlış topraklara kök salmış, sonrasında kuruyup gitmişler. Tatlı meyveler verecekleri yerde, zehirli birer ağaçlara dönüşmüşler… Bu gençlerin sevme, sevilme, ait olma, var olma sancılarını görebildik mi? Yoksa sadece şımarıklık, nankörlük, kıymet bilmezlik olarak mı yorumladık? “Ben onun her istediğini yaptım.” diye serzenişte bulunan aileler artık yardım çığlıkları atmaktadır. Çünkü gençlerin acıklı durumu bir çığ gibi büyümekte ve önüne kattığı her şeyi yerle bir etmektedir.
İnsan sadece bedenden ve nefisten ibaret değildir ki nefsinin her istediğini yaptığımız zaman o kişinin tamam olacağını düşünüyoruz! Bedenin yanında ruhu ve ruhun isteklerini de duyabilmeliyiz ki insan o zaman dengeli bir hayat yaşayabilsin. Sadece nefsin isteklerini görmek ya da sadece ruhu beslemek değil, bu hayatı denge üzerinde yaşayabilmek için beden ve ruhu bir düşünmek ve buna uygun bir yaşam tarzı benimsemek isabetli olacaktır. Bu da sadece din ile mümkündür. Bize şah damarımızdan daha yakın olan Yaratıcımız, bizi bizden daha iyi bilmektedir. Allah’ın emir ve yasaklarına uymak, hem bu dünyamızı düzene koyacak hem de Allah’ın merhameti sayesinde ahiretimizin kurtulmasına vesile olacaktır.
O halde çocuklara, gençlere, topluma bir ışık yakalım. Onlara hem kendilerini tanıtalım hem de yüce Yaratıcı’yı… Tanıtalım ama nasıl? Her şeyin özünde sevginin yattığını hatırlayarak! Bu sevgi sürekli dillendirdiğimiz ve gündemde tuttuğumuz ancak içini bir türlü dolduramadığımız bir sevgi olmamalı. Ne zaman bir şeyi sadece kavram olarak ele aldık, kalbe ve davranışlara indiremedik; işte o zaman onun faydasını görmek bir yana dursun, kat be kat zararıyla karşılaştık.
Sevmekle işe başlayalım. Öncelikle Allah’ın biz kullarını çok sevdiğini hatırlatmakta fayda var. “Şüphesiz Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir.” (Hud, 11/90). Peki Allah kendine inanmayanları da sever mi? Bu sorunun cevabı ve konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Şenel İlhan Beyefendi’nin “Sevgisizliğin İlacı” isimli makalesindeki şu eşsiz sözlere kulak verelim:
“…Allah’ın (c.c.) kullarına olan sevgisini şu örnekle anlaşılır hale getirebiliriz: Bir babanın iki evladı olsun. Biri çok çalışkan ama namaz, amel, ibadet yok. Baba bunun çalışkanlığını sever ama amel yapmamasını sevmez. Diğer oğlu da çok namaz kılıp amel yapıyor, ancak tembel. Onun da tembelliğini sevmez, ibadete düşkünlüğünü sever. İşte Allah da (c.c.) böyledir. Mesela Edison’un lambayı bulmasını sever ama küfrünü sevmez. Allah, kâfirin de güzel yönlerini, çalışkanlığını ve toplum için yaptığı faydalı buluşlarını, sanatını sever. Ancak küfrünü, imansızlığını sevmez…”
Evet, Allah yarattığı her şeyi sever. Adaletiyle birlikte Rabbimiz’in koşulsuz sevgisine de burada şahit oluyoruz. Peki biz çevremizdekileri, ailemizi, çocuklarımızı koşulsuz sevebiliyor muyuz? Yoksa çocuklarımıza farkında olmadan “Sınavlarından yüksek alırsan seni severim, yaramazlık yaparsan seni sevmem…” mesajları mı veriyoruz? Maalesef bu nedenle de çocuklarımıza gerçek sevgiyi öğretemiyoruz. Onlardan gördüğümüz sevgi de “Bana istediğim oyuncağı almazsan seni sevmem.” gibi ifadelerden öteye geçmiyor. Ne veriyorsak onu alıyoruz. Aslında insan fıtratında olan sevgi kodlarını bozmuş oluyoruz.
Koşulsuz sevgiyi alan ve sevgi içinde büyüyen bir kişi yargılanmadığını, kısıtlanmadığını görünce kendine olan sevgisi artacaktır; kendine ve çevreye olan merakı da gelişecektir. Sevgisiz ortamda yetişen bir kimse, insanlarla ilişkilerinde yüzeysel, yapmacık veya çekingen olacaktır. Temelde sevgi taşı eksik kalınca diğer taşlar da yerine oturmayacak ve bozuk bir duvar gibi karşımıza çıkacaktır.
Allah’ın bizi sevdiğini bilelim. Hangi özelliklerimizi sevdiği konusunda düşünebiliriz, hatta oturup bunları yazabiliriz. Bu sayede olumlu özelliklerimiz de ortaya çıkmış olacaktır. Aynı şekilde Allah’ın bizde sevmediği özelliklerimizi de yazabiliriz. Böylece onları değiştirmek için çabalama isteği doğal sürecinde ilerleyecektir. Örneğin “Allah benim O’na iman etmemi seviyor. Dürüstlüğümü, cömert olmamı, çalışkanlığımı, ibadet etmemi, O’nu zikretmemi seviyor; bencil olmamı, insanlara yardım etmememi, aklımı kullanmamamı, zamanımı boşa harcamamı sevmiyor. O halde ben bu olumsuz özelliklerimi değiştirmeliyim ki Allah beni daha çok sevsin.” duygusunda ve çabasında olabiliriz.
Kendini tanıyan insan, kendini daha çok sevecektir ve kendisini yaratan Rabbiyle arasındaki duygusal bağ da gelişecektir. Kendini tanıma yolculuğunda bir yol göstericiye, rehbere her zaman ihtiyaç vardır. “Kendi başıma yaparım.” gibi gerçeklikten uzak olan düşünceler bizim bir adım bile öteye gidemememize sebep olmaktadır. Neden gerçeklikten uzak? Çünkü kısıtlı bir ömürde, tüm zayıf noktalarımızı bilen bir şeytanla ve onun yardımcısı olan içimizdeki nefisle mücadele etmek durumundayız. Az bir zamanda çok yol katetmek zorundayız. Bu nedenle insanoğlu kendini ve Rabbini tanımak; hayatın manasını kavramak için bir rehbere, bir Allah dostuna ihtiyaç duymaktadır. Bu devirde insanı tanıyan, anlayan ve nefis hastalıklarına çözüm sunabilen bir Allah dostu bulup elinden tutmak, yapılacak en akıllı davranış olacaktır. “Ben kendi başıma Allah’ı bulurum.” diye düşünenlere “Yirmi katlı bir apartmana asansörle çıkmayı mı tercih edersiniz yoksa merdivenlerde zamanınızı ve gücünüzü tüketmeyi mi istersiniz?..” diye sormakta fayda var.