İnsan ilişkilerinin pek çoğunda yol, inanca dair zihinlerdeki sorulara çıkar ve bir yol arkadaşlığı başlar. Bu bölüşümler esnasında, dinlemek ve anlamak büyük önem kazanır. Temel problem ise “doğru bilgi” konusudur. Herkesin bilgi açlığı farklıdır, bilgisi de…
İnanca dair en çok hangi soruların gündem olduğunu gözlemlediniz?
Aslında bu sorunuza cevaben inanca dair “en çok” diye bir şeyin olmadığını gözlemlediğimi söyleyebilirim. Çünkü herkesin inanmak istediği ve en çok merak ettiği şey çok “kişisel” kalıyor. Bununla beraber yine de bir çatı altında soruları toplayacak olursak Allah’ın varlığına dair soruların oldukça fazla olduğunu söyleyebilirim.
Allah (c.c.) hakkındaki sorular, gerçekten de daha çok anlamaya yöneliktir. Pek çoğu da negatif değil, doğal sorulardır. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Allah (c.c.) hakkındaki temel sorulara cevapları itibarıyla da değinir misiniz?
İnsanın kendisini bulduğu bu âlemde varlığının temel başlangıcını ve bu başlangıcın sahibi olan zorunlu varlığı yani Allah’ı (c.c.) merak etmesi kadar doğal bir şey yoktur. Nitekim çok küçük yaşlardaki çocuklar dahi büyümenin ve akletmenin bir parçası olarak Yaratıcı’yı tanımaya yönelik sorular sorarlar. Ve bu doğal süreç dinî uyanış olarak isimlendirilebilir. Özellikle okul öncesi ve ilkokul sürecindeki sorular tamamen anlamaya ve içselleştirmeye çalışmak için sorulan soruları ve aranan cevapları temsil eder.
“Allah’ı neden göremiyorum? Allah neye benzer? Allah camii mi? Allah her yerdeyse oturduğum sandalyede de var mıdır, buraya oturursam O’na saygısızlık etmiş olur muyum?” gibi sevimli sorular örnek olarak verilebilir.
Allah’a (c.c.) dair soruların cevaplanmasıyla, insanlarda/çocuklarda/gençlerde nasıl bir ontolojik tasavvur/kurgu olmasını beklemeliyiz? Bu tasavvur iç dünyamız ve evren tasavvurumuzu birlikte yorumlayarak inanca dair bir huzur ve mutluluk olarak bize geri döner mi?
Bu çok güzel ve cevaplandırması oldukça zor bir soru aslında. Oldukça kapsamlı ve pek çok değişkeni var. Ancak gücüm yettiğince anlatmaya çalışayım. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Her doğan fıtrat üzerine doğar; sonra anası ile babası onu ya Yahudi ya Nasrânî yahut Mecûsî yaparlar.” Bu hadis-i şerifi şu açıdan yorumlayabiliriz belki, her çocuk şekil verilmeyi bekleyen bir hamur gibidir. Anne-baba ya da çocuğun gelişiminden sorumlu kişi ona tesir eder. İnanç böylece evrilmeye başlar. Ancak içinde bulunduğumuz çağ koca dünyayı bir köy haline getirdiği için çocuk büyüyüp anne-babasından ayrışmaya başladıktan sonraki süreç de onun gelişiminde oldukça etkili oluyor. -Belki eskiden de böyleydi ama bu kadar hızlı gelişen bir durum değildi, bilemiyorum.-
Gençlik zaten bir yapı-bozum evresi. Birey, ergenlikle beraber kendi gücünü fark etmeye başladıkça ailesinden miras kalan hemen her şeyi sorgulamaya, değiştirmeye, dönüştürmeye çalışır. Öyle ki ona koca bir bina devretseniz beğenmeyip yıkarak yeniden kendi zevkince inşa etmeye çalışır. Bina bittiğinde göreceğiniz tablo ise çoğunlukla yıktığıyla hemen hemen aynı olacaktır. Çünkü kendince ebeveynlerine itiraz da etse başta yoğrulan ve şekli verilen hamur neyse o şekle bürünecektir. Birey, en iyi tanıdığı ve güvendiği hale, duruma, konuma sığınmak ister. Ebeveynlere düşen çocukları için yaşları kaç olursa olsun aslına rücu edebilecekleri, aradıklarında bulabilecekleri güvenli bir liman inşa edip gerisini Allah’a bırakmaktır.
Elbette her zaman kesin olarak böyle bir sonuç alamayabiliriz. Burası imtihan dünyası. Dolayısıyla ne kadar plan yapsak, bir gelecek kurgusu inşa etmeye çalışsak da duayı elden bırakmamak gerekir. Çünkü her plan yapanın üstünde bir plan yapıcı vardır.
Bu kadar müthiş ayrıntılar, oranlar, çeşitlilik; evrendeki her düzen ve güzellik, gayr-i ihtiyari olarak ilmin ne olduğunu da kıymetlendiriyor ve iman-tasavvur ilişkisini, iman-yakin boyutuna taşıyor. Neler söylemek istersiniz?
Bu çok önemli bir mesele. Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak çeşitli ayetlerde bu hususa vurgu yapıyor. “Yedi göğü birbiriyle tam bir uygunluk içinde yaratan O’dur. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak; (kusur arayan) göz aradığını bulamadan bitkin olarak sana dönecektir.” (Mülk, 67/3-4) Bu ayetler bize kâinatı gözlemleyerek, kusursuz düzeni fark ederek Yaratıcı’nın varlığını bulabileceğimize ilişkin sunulan deliller. Ancak “Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler.” (Âraf, 7/179) ayeti de bize gösteriyor ki gördüğünü sanan nice göz kördür, duyduğunu sanan nice kulak da sağır…
İnsanlar hep görmediklerine takılıyor. Meleklerin neye benzediğinden ahireti nasıl anlayabileceğine kadar bu merak hiç bitmeyecek. Bu konuda nasıl bir yol izlenmeli?
İnsan için her şey farkındalıkla başlıyor. Ama biz çoğu zaman bilmekle başladığını sanıyoruz. Hepimiz beş duyu organımız, bir kalbimiz, aklımız olduğunu biliriz ama fark etmeyi yalnızca görmek zannederiz. Oysa rüyalarımızı da görüyoruz. Ama yalnızca biz görüyoruz. Havayı görmüyoruz ama onu her an soluyoruz, üstelik soluyamadığımız an öleceğimizi de biliyoruz. Görmediğimiz için yok sayıyor muyuz? Ya da rüyaları görüyoruz diye onu ispat etmenin derdine düşüyor muyuz?
Eğri oturup doğru konuşmak lazım. Hayat yalnızca gördüklerimizden ibaret değil. Görmek meselenin yalnızca bir yanı. Hem görebileceğimiz halde görmediğimiz şeyler yok mu? Şu an arkanızı görüyor musunuz? Hayır. Görmeniz için yönünüzü dönmeniz gerekir.
Aynı şey farklı meseleleri anlama çabamız için de geçerli. Yönümüzü dönmek, farkındalığımızı arttırmak, çaba göstermek, bakış açımızı değiştirmek… Adına ne dersek diyelim, hayatın bir gerçeği var ki o da her rahmet için bir zahmete katlanmak zorunda olduğumuz.
Görmekle iş bitmiyor, arkasına, sağına, soluna da bakmak lazım. Kaldı ki her gördüğümüz bize doğru bilgi vermeyebiliyor. Gördüğümüz her şey hakkında kusursuz bilgi edinemeyeceğimiz gibi görmediklerimizi de sırf görmediğimiz için reddedemeyeceğimizi de anlamak lazım.
“Allah kötüleri ve kötülükleri neden yarattı? Allah dünyadaki acılara neden müdahale etmiyor?” gibi sorular, çok da maksadını aşan sorular değil ama niyete de bağlı bir sorgulama ya da anlama ihtiyacı diyelim; sizin zaviyenizden hikmetlerle iç içe bir açıklama yapmak mümkün mü?
İnsan olmak biraz da “İşimize geldiği gibi davranmak” sanırım. Bu bizim aciz yanlarımızdan biri. Bir şey bize zor geldiği anda aynayı önümüze çekip kendimizle yüzleşmek yerine başka sorumlular ararız. Bu bireyler arası ilişkilerimizde bile böyledir. Çocukluğumuzdaki kardeş kavgalarımızı düşünelim. “Hep ben mi yapacağım, biraz da o yapsın”larla başlayan kavgalar. Aslında çok bir şey değildir yaptığımız ama yok illa “O da yapsın.” diye inat ederiz.
Ancak bu soruları sorarken kıyas yaptığımız varlık kardeşimiz, arkadaşımız, patronumuz değil ki… Bizi yaratan, her türlü nimetle bizi donatan, bize akıl, irade, sorumluluk veren Yaratıcımız. O’nunla restleşmek niyetiyle bu soruları sormanın ne derece doğru olduğunu düşünmek lazım. Ancak gerçeği anlamak, yönümüzü doğruya çevirmek için idrak seviyesine ulaşmak için soruyorsak o başka.
İyi niyetle bu soruları soran biri, kendisine Bakara Suresi 286. ayeti hatırlatarak başlamalı: “Allah hiçbir kimseyi, gücünün yetmediği bir şeyle yükümlü kılmaz; lehinde olanı da kendi kazandığıdır, aleyhinde olanı da kendi kazandığıdır…” Yani yaşadıklarımız aslında tamamen bizim sorumluluğumuzdadır. Bu bazen bireysel sorumluluğumuz bazen toplumsal bazen de tüm insanlığın sorumluluğuyla ilgilidir. Örneğin dünyada bir savaş varsa, hepimiz gücümüz yettiğince kötüye “Dur!” demenin yollarını aramalıyız. Kendi gayretimizi küçümsemek yerine kelebek etkisini hatırlatmalıyız kendimize. Dolayısıyla önce küçük resme bakarak “Bütün bunlar olup biterken ben ne yaptım ya da ne yapmadım?” sorusunu ardından da büyük resme bakarak “Dünyada bunca acı ve haksızlık yaşanırken insanlık olarak ne yapıyoruz, ne yapmalıyız, neyi eksik bırakıyoruz?” sorusunu sormalıyız, diye düşünüyorum.
“Din, özgürlüğümüzü kısıtlıyor mu? Yoksa din gerçek bir özgürlük alanı mı sunuyor?” sorgulaması, içinde çok konuyu barındıran kıymetli bir güncel sorgulama aslında. Bu özgür soruyu nasıl değerlendirmeliyiz?
Bu soruyu sorarken dikkat etmemiz gereken bir hususa işaret edebilirim aslında. Sınırlar bizi sınırlar mı yoksa korur mu? Bunun farkında mıyız? Evimizin kapısı, penceremizdeki perde, vatanımızın sınırları ya da kanunlar… Bir düşünelim bize kattıklarını? Kısıtlanıyor muyuz yoksa gerçekten daha müreffeh bir hayat sürmemiz için gerekliler mi? Aklıselim ile düşünen hiç kimsenin “Bu başlıklar bizi kısıtlar!” diyeceğini sanmıyorum. Din de böyledir. Bireyin bireyle, bireyin toplumla ve Yaratıcısıyla olan ilişkisini, iletişimini düzenleyen kuralların olması elimizi rahatlatır.
Modern hayatın bize özgürlük kavramını “aklına her eseni yapmak” olarak pompalaması zihinlerimizde bir karmaşaya sebep oluyor. Ancak mesele yine bizde ve bakış açılarımızda düğümleniyor ya da çözülüyor.
İnanan insan için din bir özgürlük alanıdır. Ancak inanmayan insan için de din-özgürlük bahsinde bir şey söylemek bize düşmez.
İnanç-ibadet ilişkisi sorumluluk bilinci ve muhabbetle iç içe aslında. İçinde bir korku miti, kültü, kültürü de var. Bu şartlarda ibadet-fayda ilişkisi açısından nasıl olmayı tavsiye edersiniz?
Seven sevdiğine muhabbet de duyar, korku da… Korku deyince aklımıza hemen ceza geliyor. Ancak dikkatli bakınca “gerçekten seven insan” sevdiğini incitmekten, kendini ona ifade edememekten korkar. İslam’da Allah ile kul arasındaki sevgi ve korku başlığını da önce böyle yorumlamamız gerektiğini düşünüyorum.
Beni yaratan, türlü nimetlerle donatan ve rahmetiyle kuşatan Rabbimden elbette korkarım. Korkmalıyım da… O’na layık olamamak korkusu her şeyden önce gelmeli bence.
Allah’ın rahmetinin olduğunu bildiğimiz gibi gazabının da olduğunu biliyoruz. Koyduğu sınırlar bu kadar net ve güçlüyken yasakları aşmaya çalışmak da seven insana yakışmaz. Haram olandan helale, yasak olandan serbest olana yönelmek tam teslimiyette olana zor olmamalı. Ama sanırım marifet teslimiyette…
İbadet de sevginin bir nişanesi olarak emredildiği ölçüde yapılabilmeli. Annenizi çok sevdiğinizi söyleseniz ama ihtiyarladığında ona bakmayı reddetseniz, gerçek bir sevgi ile gönül bağı kurabildiğinizi nasıl söylersiniz?
“Allah’ı seviyorum ama bu ibadet işi bana ağır geliyor. Kalbim de temiz zaten, bizim aramız iyi.” gibi söylemlerle karşılaşıyorum bazen. Açıkçası “İbadetler konusunda zayıfım, bu nedenle Allah’a mahcubum, yalan yok ama olabildiğince iyi bir insan kalmaya çalışıyorum.” demek çok daha gerçekçi bir ifade olur. Ama gerçekleri söylemek de cesaret istiyor olmalı.
“Kur’an bugün hakkında bize ne söyler?” sorusu, masum öğrenmeler için güzel bir soru. Ama, insanı tanımak bakımından da çok büyük anlam ifade ediyor. Kur’an-insan ilişkisine kıymetli bir gönderide bulunmak açısından bu konu nasıl değerlendirilmeli?
Kur’an-ı Kerim bizim kutsal kitabımız. Türkiye’de Kur’an ile olan muhabbet ise çoğu zaman cenazelerde, doğumlarda canlanıyor. Hayat rehberi bir kitabın hayatın başlangıç ve bitiş çizgileri arasında yer alması ne kadar üzücü. Oysa tam da aktif hayatın içinde yer alması gereken bir metin, bir şifa kaynağı o.
Asırlar önce gelmiş bir metnin hayatımıza tesirini tartışanların birçoğu da Kur’an’ın yazarının kim olduğunu ıskalayan fikir sahipleri. Seni, beni, bizi yaratan Allah, asırlar önce de aynı beyin mekanizması ve fiziksel özellikler ile donatıyordu insanoğlunu. Temelde benliğimizde değişmeyen esaslar üzerine kurulan ilahi kaynaklı bir kitabı sadece zaman açısından değerlendirmek bakar körlüktür bence.
Açıp okuduğumuzda her ayetin bize söylediği çok güçlü argümanlar var ama dikkati çekmek için misal olması bakımından Hucurat Suresi 6. ayeti hatırlatmak isterim:
“Ey iman edenler! Bilmeden birilerine zarar verip de sonra yaptığınıza pişman olmamanız için, yoldan çıkmışın biri size bir haber getirdiğinde doğruluğunu araştırın.”
Bu ayeti basın etiği ya da sosyal medya ahlâkı açısından gözden geçirmek bile “Kur’an bugün hakkında bize ne söyler?” sorusuna cevap verir niteliktedir.
Son olarak Şifa’nın Aynası adlı eserinizde genel anlamda ne anlatılıyor? Nasıl bir kurgusu var?
Şifa’nın Aynası okuruna şifa olması duasıyla kaleme alınmış bir metin. Şifa isimli bir genç kızın kovid salgınıyla beraber önce eve, sonra içine kapanmasıyla başlıyor. Şifa, duygularını ve hatıralarını bir terapi gibi düşünerek kaleme alıyor. Sonra da sorgulamaları, çatışmaları, heyecanları ile akıp giden bir hikâyeye dönüşüyor.
Çok severek çalıştığım ve bir seri olarak devam etmesini planladığım bu eser bir çocuk kitabı gibi görünse de aslında bir ilk gençlik hatta ebeveyn rehber kitabı olma özelliği taşıyor.
Dilerim ki şifa ile dokunacağı gönüller çok olsun.