Dünyada olup bitene bakınca insan düşünmeden edemiyor. Zalimin, mazlumun ensesinde boza pişirdiği, acılar karşısında ‘tamtam dansı’ yaparcasına rezil eğlence çığlıkları atan, üstelik de hiç azımsanamayacak sayıda kalabalıkların varlığı, yaşlı dünyamızın her geçen gün daha da yaşanamaz hale geldiğinin açık göstergeleri. Midemize giren keyfiyetli lokmalar, hayatta zevk almamızı sağlayan her şey, bu sınır tanımaz zulmü, insani sorumluluk duygularımızla pervasızca yarışa sokarken ibrenin neresinde olmayı istemek dahi ateşe odun taşımakla karınca misali bir şeyler yapabilmek arasında bizi konumlandırıyor. Umarız ki, ibrenin sağlam tarafında yani iyilik, doğruluk, dürüstlük, diğergâmlık tarafında duruyoruzdur. Aksi halde bizlerin hali de harap demektir.
Aslında her şey çok açık ve gözler önünde. Yıllarca dünya toplumlarını yönlendirmiş bir Hollywood gerçeği var. İnceden inceye planlanmış sinsi amaçlara hizmet etmeyi iş edinmiş, mazluma acımak şöyle dursun geçmişte yaşananların üzerini makyajlayarak örtmekten tutun da geleceğe dair hainlikleri de planlayan küresel bir aktör… Kirli propagandalarla dünya toplumlarının bilinçaltını iğdiş edip eğlence adı altında yıllarca ateşe odun taşımaya devam etti ama şu an kendisi cayır cayır yanıyor. İnsanlıkla pervasızca dalga geçmek, yerini, kendi acılarından duygu sömürüsü devşirmeye bıraktı. İnsanlık adına güzel bir gelişme… Kendi acılarından dahi bir kazanç elde etmeye, kendilerine acındırmaya çalışıyorlar hâlâ. Acınacak bir tarafları var mı? Kesinlikle yok… “Alma mazlumun âhını, çıkar âheste âheste” demişler, değil mi? Bu sefer biraz hızlı çıktı. Mazlumun acıları devam ederken çıktı üstelik… Şu an, sindire sindire canları yanıyor; “âheste âheste…” Bu adamlara bilinçsizce verilen destekler de hiç şüphesiz başka acıları körükledi, körüklemeye de devam edecek. Ama önemli olan, böyle bir propaganda merkezinin bizim hiçbir tasarrufumuz olmadan, akla hayale gelmeyecek bir biçimde kendi küllerinde boğulması… Güçlüden yana olmayı tercih edenler, bir kez daha kendi insanlıklarını gözden geçirsinler diye, belki de son uyarılar bunlar… Fıtratını koruyan ve doğruyu tercih eden ruhlarla yani insanlarla ateşe odun taşıyan, kendisi ateşe odun olmaya aday insan müsveddelerinin bir kavgası var. Bunun, insanlık âlemindeki sosyolojiye yansımasını çok yakında hep birlikte göreceğiz. Belki de kitleler halinde sahih arayışlarını doğru arayışlarla taçlandırmış yeni mü’minleri, yeni inanç erlerini artık sahnede görmeye başlayacağız. İslam’ın insan bakayasının değiştiğini de bu vesileyle göreceğiz. Bu yüce dinin yeryüzünde hak ettiği yere gelmesinin emareleri çoktan göründü. Son zamanlarda İspanya, İrlanda, İtalya gibi ülkelerin hakikate daha yatkın bir yerde durmalarının bir sebebi olmalı… Oralarda aslında biz yokuz ama sanki hakikati fısıldayan birileri var… Gazzeli kardeşlerimizin yaşadıkları acı durumlar, dünya toplumlarında bir ses getirdi. Şehit olmak için yaratılmış bu insanların “ahiret bilinci” dünyanın pek çok yerinde büyük hayranlık uyandırdı. İnsanlık ahireti bir kez daha yeniden düşünmeye, durduğu yeri gözden geçirmeye başladı. İçinde medeniyetin ve insanlığın zerresi olmayan bir hayatın içinde yaşadıklarını fark ettiler… Allah’ı düşünmeye başladılar. Yaşanan olaylar, insanlığa Allah’ı (c.c.) hatırlattı. Bir “öze dönüş” hareketinin emareleri belirdi. Hz. Peygamber’in (s.a.v.); “İslam her eve, her çadıra girecektir.” sözünün somut tecellileri belirmeye başladı. Bir el adeta gönüllere tasarruf ediyor, yüreklere dokunuyor, insanlığı fıtrat dairesinde var olmaya davet ediyor.
Hiç şüphesiz, insanların kalplerine dokunmanın bizim bilmediğimiz çok güzel yolları var. Ve biz bunu henüz tam olarak bilmiyoruz. Güzel geri dönüşlerden anladığımız ve bizi bu konuda kendimizle yüzleştirecek pek çok hadise var; nasıl ve niçin olduğuna dair bunlara da çok vakıf değiliz. Sadece aidiyet duygularımız ve ezilmişliğimiz, doğru bir konumda bize haklılık kazandırıyor. Ama sadece o kadar… Zalimin zulümde kararlı olması, bizlere pasif yani edilgen bir haklılık kazandırmış… Yani bu haklılık, bizler açısından mücadelesi layıkıyla verilmiş ve hak edilmiş bir haklılık değil… Açıkçası çok yetkin bir yerde durmuyoruz aslında. En önemlisi de hayatın içinde tüm bunları kafamızda yoğuracak bir muhasebe kültürümüz ve alışkanlığımız, bilince dayalı bir idrakimiz yok… Doğru yer ve zamanda, doğru bir biçimde yapamadığımız bütün sunumlar, yetersiz… Yetersiz yani temsil değeri zayıf… Temsil kabiliyeti zayıf… Tebliğle temsil arasındaki uyumu yakalayamamışız. “Bu budur, şu şudur” gibi sığ dayatmalarımız var. Bu kavramların özünden habersiz bir yerde duruyoruz. Üstelik bunun farkında da değiliz. Bir bilenden yardım kabul etmeyecek kadar da burnundan kıl aldırmayan bir yerde duruyoruz. Aslında “yersizlikte…” Oysa Allah’ın dininin tevazu, cömertlik, yiğitlik, hilm, vakar, estetik gibi ciddi referansları var. Muhasebe kültürümüzün olmayışı, kavramların fıtrat açısından insan ile olan illiyet bağını bilmiyor ve hissetmiyor oluşumuz, ahlaki açıdan bizi içi boşaltılmış anlayışlara gebe kılmış, sığ bir bakış açısıyla hayata, olaylara, insanlara bakıyor ve öylece değerlendiriyoruz. Bu fotoğrafın bir faturası var tabii. Acı bir fatura… Yüksek taleplerimiz olmadığı gibi, teslim olmuş bir halimiz de var. Yüksek bir himmetin peşinde koşmuyoruz, ulûvv-i himmet sahibi değiliz. Adeta herkes, hak etmediği bir âlimliğe soyunmuş görünüyor. Bilmediğimizin de cahiliyiz oysa. Hesap verilecek bir yerde durduğumuzun farkında değiliz. Sütte leke var, bizde yok!.. Oh ne güzel, muhasebe yok, kültür yok, fedakârlık yok, anlama eğilimi yok, herkesin bildiği bir seviye ile üstadlığa soyunmuşuz. Gerçek İslam âlimleri, gafleti, yırtıcı bir aslanın çevresinde gailesizce dolaşmaya benzetirler… İçinde bulunduğumuz durumu açıklayan bir benzeyiş var burada. Hiç şüphesiz, yeryüzü boş değildir. Bu dini doğru anlayan Allah’ın (c.c.) salih kulları vardır. Hepsi kendi çapında çalışır ve elinden geleni yapar. Gayb erenleri Allah’ın nasipli kullarıdır. Kaynaklarımızda bu konuda yeterli bilgiler mevcuttur ve ehline de malumdur. Sahih anlayışlar çerçevesinde insanoğluna Allah’ın inayetiyle yardım ederler.
Söylemek istediğim o ki, bu zaman her bakımdan zor bir zamandır. Ama aynı zamanda müjdeli bir zamandır. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “kardeşlerim” diyerek taltif eylediği insanların var olduğu bir zamandır. “Ahir zamanda mü’minin rüyası şaşmaz.” diyerek insanların yönlendirildiği, düşündürüldüğü, üzerilerine manevi tasarrufların ve feyzlerin yağdığı bir zamandır. Bunun için de doğru bir duruş, sağlam bir ölçü, düştüğünde kalkmayı bilen bir kafa yapısı, Allah’ın yardımını celbedecek bir duyumsama, bir hissediş, bir gayret içinde olmak gerekir. Aksi halde bunların hiç farkında olmayan kuru kalabalıklardan ne farkımız kalır? Bunu iyi düşünmek lazım, hem de çok iyi düşünmek lazım, değil mi?
Kimimiz kıyafetimizi bayraklaştırıyoruz, kimimiz kendimizde sahte bir manevi varlık duygusu uyandıran kifayetsiz abidliğimizi, kimimiz tebliğ adı altında kibrimizi, ilk aklımıza gelen ve boş konuşan dilimizi, muhasebe kültüründen uzak dostluklarımızı, cemaat adı altında başkalarını dışlayan gettolarımızı… “Ey insanlar!” diye hitap eden bir dinin mensubu gibi davranmıyoruz. “Güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” diyen bir Peygamberin ümmeti değil gibiyiz… Riyamız bol, ihlasımız az, ağzımızda laf çok ama içinde hikmet yok, merhametimiz az, ne vakarımız var ne de hilm ve tevazumuz… Arayışlarımızı topluca anlamlandıracak, mesaj değeri yüksek, insanlık âlemine topyekûn örnek olacak bir yerde de durmuyoruz. Temsil kabiliyetimiz zayıf ve aciziz…
Belli ki Allah’ın (c.c.) bir muradı var ve bizler o yüce muradın izlerini sürerek bu zamanda daha mutlu olabilir, kendimizi kandırmadan daha doğru bir yerde ve konumda olabiliriz. Rabbimiz bizlere bu güzelliği nasip eylesin, bizi dinine layıkıyla hizmetkâr eylesin… Yoksa işimiz gerçekten çok zor…
Allah’a (c.c.) emanet olunuz.