Bir aile danışmanı olarak en sık karşılaştığınız iletişim sorunları nelerdir? Bu sorunların temelinde yatan nedenleri biraz açıklayabilir misiniz?
Meslek deneyimimde iletişime dair en sık karşılaştığım sorunlardan biri etkin dinleme eksikliğidir. Çiftlerin ya da aile üyelerinin birbirlerini dinlerken gerçekten anlamak yerine cevap hazırlamaya odaklanması iletişimi temelden sarsan bir problem haline geliyor. Çoğu zaman, biri konuşurken diğeri ya savunmaya geçiyor ya da karşı tarafın duygularını küçümseyen bir tavır takınıyor. Mesela, kadın gün içinde başından geçen bir şeyi anlatmak istiyor, eşinin cevabı şu oluyor. “Aman buna mı takıldın, öff yine mi aynı konu, boş ver gitsin, saçmalama.” Ya da erkek iş yerindeki bir olayı anlatacak, kadının cevabı: “Bana iş yerindeki meseleleri anlatma, tüm gün işle uğraşıyorsun, bir de eve gelip hâlâ iş anlatıyorsun…” oluyor. Bu durum, eşlerin anlaşılmadığını hissetmelerine ve aradaki bağın zayıflamasına neden oluyor. O nedenle seanslarda sık sık sorarım çiftlere. “Eşiniz bir şey anlattı bize. Ne duydunuz, ne anladınız?” Çoğu zaman sözlüye kalkmış ve sorunun cevabını bilmeyen öğrenciler gibi kalakalıyor eşler.
Bir diğer yaygın sorun, duyguların sağlıklı bir şekilde ifade edilmemesi. Biz toplum olarak maalesef duygularımızı tanımıyoruz. Belli başlı duygular dışında isimlerinden bile bihaberiz. Bu durum, bu olay ya da bu kişi size ne hissettirdi diye sorduğumda gelen cevaplar genellikle düşünce oluyor; zira his yok, bilmiyor. Pek çok birey, çocukluk döneminde öğrendiği ya da çevresel koşullardan geliştirdiği yanlış kalıplarla duygularını ifade etmeyi öğreniyor çünkü. “Koca çocuk oldun buna mı üzülüyorsun, bir daha ağladığını görmeyeceğim, gülersen başına kötü bir şey gelir.” gibi öğretilerle büyümüşse veya bir ailede duygularını paylaşmanın zayıflık olarak görüldüğü bir ortamda yetişmişse çocuk, yetişkinlikte eşine ya da ailesine iç dünyasını açmakta zorlanıyor. Doğal olarak kişi duygusunu nasıl ifade edeceğini bilemediği için bastırıyor, adeta kilitli bir sandığın içine koyup kaldırıyor. Öfke, hayal kırıklığı ya da kırgınlık gibi olumsuz duygular bastırıldığında ya da patlayıcı bir şekilde ifade edildiğinde ise çatışmalar kaçınılmaz hale geliyor. Akşam eve geç gelen eşine, “Geç gelmen beni endişelendirdi, çok merak ettim seni.” demek yerine “Bu saate kadar neredeydin?” diye hesap sorucu bir cümle kurulduğunda karşısındaki eş savunmaya geçiyor. Böylelikle savaş başlıyor. Oysa sadece duyguları ifade etse hem ben dilini kullanmış olacak hem de karşısındakine kendisini ifade etme fırsatı sunmuş olacak.
Bunun yanı sıra, beklentilerin açıkça ifade edilmemesi de iletişim sorunlarının başında geliyor. Eşler genellikle eşinin kendi ihtiyaç ya da beklentisini “sezmesi” gerektiğini düşünüyor. “Bu kadar yıllık karım/kocam, benim ne istediğimi anlayamayacak mı? İlla söylemem mi lazım, biraz düşünsün…” Direkt anlatmıyor çoğu zaman, eviriyor çeviriyor cümleyi ama bir türlü ne istediğini net bir şekilde söylemiyor. Örneğin, ev işlerinde eşinin yardım etmesini beklerken bunu doğrudan söylemek yerine bugün ev çok dağılmış, nasıl yetiştireceğim gibi dolaylı yollara başvuruyor. Kimsenin elinde sihirli bir değnek olmadığı için karşı tarafın kafasının içini okuyamıyor. Bu da kişinin anlaşılamadığını hissetmesine neden oluyor.
Ve bence en önemli sorun, üslupsuzluk. Can acıtmak, hassas noktalarından vurmak için hakaret, küfür, bağırma, iğneleme, laf sokma. Bunların hepsi üslup bilmeden konuşmanın yansımaları. “Ben senin nasıl biri olduğunu biliyorum zaten.” Aslında bu cümleyi söylemenin amacı eşine istediği bir şeyi yaptırmak lakin amaçla eylem arasında hiçbir ilişki olmadığı için sadece öfke patlamalarının ortaya çıkmasına sebebiyet veriyor.
Çiftler arasındaki iletişim çatışmalarında en sık gördüğünüz kalıplar neler? Bu kalıpları kırmak için neler önerirsiniz?
Aslında o kadar çok kalıplar var ki, sanki her gün yenileri ekleniyor gibi. Ama gözlemlediğim en önemlilerinden birkaç tanesini belirteyim. Bir tanesi suçlama ve savunma döngüsü. Ne demek bu? Eşlerden biri sürekli karşısındakini suçluyor, diğeri de kendini savunuyor. Durum suçlama ve savunmadan bir adım öteye geçemiyor.
– “Sen beni hiç düşünmüyorsun” ile başlıyor tartışma.
– “Bütün gün sizin için çalışıyorum, her istediğini yapıyorum. Nasıl düşünmüyorum şimdi?”
– “Ee ne yapıyorsun söylesene?” diye devam ediyor.
Bu döngü suçlayıcı tarafın anlaşılmadığını hissetmesine, savunma yapanın ise yorulmasına yol açar. Ve zamanla eşler birbirlerini düşman gibi görmeye başlarlar. Sürekli kendini ifade etme derdinde olurlar.
Bir diğer kalıp, kaçınma ve duygusal mesafe koyma. Eşlerden biri için var olan problem diğeri için olmuyor ve sürekli sorunlardan kaçıyor. Ya da tartışma sırasında sessiz kalarak iletişimi kesiyor. Sessizlik oldu mu soğuk savaş başlamıştır zaten. Kaçınan ya da duygusal mesafe koyan taraf huzur bozulmasın diye bunu yaptığını düşünebilir ancak konuşulmayan her sorun daha çok birikerek dağ olmasına sebep olur.
En yıkıcı ve değiştirilmesi en zor kalıplardan bir tanesi eleştiri ve küçümseme. Durumun en vahim yanı ise eleştirinin davranışa yönelik değil de kişiliğe ya da karaktere yönelik yapılması.
Bir de, tartışmaların sürekli tekrar eden bir döngüde olması var. Eşler, çözülmemiş konular üzerinde tekrar tekrar tartışıyorlar ama bir sonuca varamıyorlar. Isıtıp ısıtıp konuları tekrar gündeme getiriyorlar. Bunun sonuncunda da çiftler seansa geldiğinde şunu söylüyorlar: “Ben bu evliliğin değişeceğine inanmıyorum, o kadar çok çabaladım ki hiçbir şey değişmiyor.” Umutsuzluğa götüren bir döngü aslında burası.
Eşlerin öncelikle yapması gereken şey, tekrar eden kalıplarının ne olduğunu belirlemek. Biz nerede tıkanıyoruz, ne oluyor da problemimizi konuşamıyoruz? Bu farkındalığı oluşturduktan sonra soruna yönelik adımlar atmak lazım. Ben dilini kullanmak, empati yapabilmek, duygularla kendimizi ifade etmek, sağlıklı konuşma zamanları belirlemek bu gibi durumlarda önemli şeyler.
Son yıllarda özellikle sosyal medya ve akıllı telefonların hayatımıza bu kadar girmesiyle birlikte, çiftler arasındaki iletişimde nasıl farklılıklar gözlemliyorsunuz?
Bu durum sadece çiftlerin değil, tüm insanların iletişim dinamiklerini derinden değiştirdi esasında. Bu teknolojinin hayatımıza kattığı bazı avantajlar olsa da çiftler arasında yeni iletişim problemlerini de beraberinde getirdi. Öncelikle birlikte geçirilen zamanı kalitesizleştiriyor. Ve o birlikteliği “paylaşılmamış zaman” olarak görmeye başlıyorsunuz. O kadar çok sık duyuyoruz ki, akşam eşim eve geliyor, elimizde telefon, kimse kimseyle konuşmuyor, sohbet etmiyor. Yani aynı odada otururken bile insanlar yalnız. Uzun süreler sosyal medyada zaman geçirilmesi diğer tarafın ihmal edildiği hissini oluşturuyor.
Sosyal medyada sürekli “ideal” çiftlerin hayatlarını görmek, bireylerde ve çiftlerde bilinçsiz bir kıyaslama hissi oluşturabiliyor. En ideali yakalamak için birbirlerinden sürekli talep eder oluyorlar. Bitmeyen tatiller, pahalı kıyafetler, mekânlar, mutluluk pozları… Diğer çiftlerin mutluluklarını sürekli gözlemleyip kendi ilişkilerinde eksik hissetmeye başlıyorlar. Çocuğunun doğum gününü neden güzel bir mekânda kutlamamışlar da bahçede kutlamışlar, pastayı neden evde kendileri yapmış, fotoğraf çekinirken arka plan kötü çıkıyor diye tartışıp seansa gelen çiftlerim vardı. Her hafta sonu mutlaka dışarı çıkılıp hikâye paylaşmak gibi bir derdi olmaya başladı bazı eşlerin. Özellikle sosyal medya platformunda fazla zaman geçiren çiftlerde ilişki tatminsizliğine yol açıyor.
Özellikle metin tabanlı mesajlaşmalarda ciddi problemler yaşanmaya başladı. Duygu, ses ve tonu aktarmada yetersiz kalındığı için anlatılmak istenen şey anlatılamıyor. Örneğin, eşine uzun uzun mesaj yazan bir danışanım vardı. Uzun uzun yazmış, eşinin verdiği cevap sadece “tamam”. Ya da sadece emoji bırakmak. Bu gibi durumlar soğuk ve ilgisiz bir tavır olarak anlaşılabiliyor çoğu zaman.
Sosyal medyanın bir ötekine ulaşmayı çok kolaylaştırması hasebiyle eşler arasında en büyük sorun güven odaklı problemlerde oluştu. Karşı cinsle çok kolay yazışmalar, sanal aldatmalar çok büyük sorunlar arasında. Eşlerden birinin paylaşımlarını gizlemesi ya da telefonda çok fazla zaman geçirmesi diğer eşte şüphe uyandırıyor. Hele de sosyal medya hesaplarının ya da telefonun şifresinin değiştirilmesi şeffaflık ilkesini sarsıyor. Aşırı derecede sınır ihlalleri olabiliyor sosyal medyada.
Böylelikle eşler arası bağ zayıflıyor. Aradaki duygusal mesafe açıldıkça evlilikler sıkıntı yaşamaya başlıyor.
Son dönemde çalışan çiftlerin iş-ev dengesini kuramaması, iletişimlerini nasıl etkiliyor? Eve iş götürme, sürekli mailleri kontrol etme gibi durumların ilişkilere etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Modern yaşamın hızında, çalışan çiftler arasında iş-ev dengesini kurma mücadelesi giderek büyüyen bir sorun haline gelmeye başladı. Teknolojinin gelişmesiyle ve özellikle pandemiden sonra iş hayatı artık sadece ofiste kalmıyor. Ev-ofis çalışmanın yaygınlaşmasıyla birlikte online olarak toplantılara katılmak, ofis olmadan işi sadece internet üzerinden devam ettirmek, dolayısıyla e-postaları kontrol etmek, telefonda görüşmek çiftlerin evde geçirmesi gereken kaliteli zamanı işgal ediyor. Sürekli ulaşılabilirlik stresi arttırıyor. Gecenin geç bir saatinde telefon ya da mesajla ulaşabiliyor insanlar. Tam konuşacakları zaman işle ilgili bir durum oluyor ve eşler her defasında bunu ertelemek zorunda kalıyor. Ya da iş yerindeki yoğunluk nedeniyle eşine karşı daha kısa ve sert tepkiler verebiliyor. Stres arttıkça ilişkiye yansıması çok ağır oluyor. “Çok yorgunum, sonra konuşalım. Ben dışarıda ne kadar insanla uğraşıyorum, bir de sen başlama. Ya işle uğraşıyorum, kötü bir şey mi yapıyorum.” gibi söylemlerle zaten olmayan iletişim daha en baştan bloke oluyor.
Bu dengeyi kuramayan çiftlerde, genellikle ev içindeki sorumluluklar adil bir şekilde paylaşılamıyor. Daha fazla iş yüklenen taraf diğer taraftan beklediği yardımı göremeyince hayal kırıklığına uğrayabiliyor.
Sürekli iş maillerine ve telefonlara bağlı kalmak, çiftlerin aynı anda aynı mekânda bulunmalarına rağmen “gerçek bir birliktelik” yaşamamasına neden oluyor. Örneğin, yemeğe çıkıyorlar ama elinde telefon sürekli işle ilgilendiği için eşlerden biri, tek kelime konuşmadan dönüyorlar. Dışarıdan bakıldığında bir vakit geçirme gibi görülebiliyor ama içi boş bir vakit oluyor. Dolayısıyla karşı taraf sürekli kendini ihmal edilmiş, görülmemiş ve değersiz hissediyor.
Evlilik öncesi ve sonrası iletişimde nasıl farklılıklar oluşuyor? Nişanlılık döneminde her şey yolundayken evlilikle birlikte iletişim sorunları yaşanmaya başlamasının sebepleri neler olabilir?
Evlilik öncesi ve sonrası iletişimde oluşan farklılıklar, genellikle ilişkinin dinamiklerinde ve bireylerin beklentilerinde meydana gelen değişimlerden kaynaklanır. Nişanlılık süreci, romantizm ve heyecanın yoğun yaşandığı, çiftlerin birbirini en iyi haliyle görmek istediği bir dönemdir. Ancak evlilikle birlikte değişen roller, sorumluluklar ve beklentiler iletişimde sorunlara yol açabiliyor.
Evlilikle birlikte çiftler, idealize edilmiş bir ilişkiden gerçek hayatın rutinine geçiş yapıyorlar. Zira nişanlılık döneminde sorunlar ya görülmüyor ya da görmezden geliniyor. Bu durum evlenmeden önce de var mıydı diye sorduğumuzda genellikle “Vardı ama evlenince geçer, değişir diye düşünmüştüm.” ya da “Fark edememişim.” diye cevaplar geliyor. Dolayısıyla evlilik sebebi sorun yaşama nedenine dönüşüyor ileriki yıllarda. Birlikte geçirilen zaman arttıkça, kişilik farklılıkları ve alışkanlıklar daha net bir şekilde görünmeye başlıyor. Hayal kırıklıkları başladığında konuşamadığınız, anlayamadığınız bir noktaya evriliyor evlilik.
Nişanlılık döneminde daha hassas olan iletişim şekli evlilikle birlikte daha açık ve doğrudan bir iletişim şekline geçiyor. Bu geçiş, özellikle eleştiriler ve talepler söz konusu olduğunda yanlış anlaşılmalara neden oluyor.
Nişanlılık döneminde var olan romantizmi ve empatiyi kaybetmeden iletişim devam ettiğinde daha sağlıklı bir yol izlenmiş olur.
Çocuk sahibi olduktan sonra çiftlerin iletişiminde ne gibi değişiklikler gözlemliyorsunuz? Ebeveynlik rolüyle birlikte çift olma halini dengede tutmak için neler yapılabilir?
Çocuk sahibi olmak bir çiftin hayatındaki en büyük dönüşümlerden biridir ve aslında bir krizdir. Her ne kadar güzel bir durum olsa da yönetilmediğinde büyük problemlere sebebiyet verebiliyor. Önceleri evin kral ve kraliçesiyken, birbirinin en iyi arkadaşıyken, çocuğun gelişiyle birlikte bulunduğu tahttan inmek zorunda kalıyor eşler. Özellikle de erkekler. İlgi odağı bebek olduğu için gündem artık onun etrafında dönüyor. Anne daha önceden deneyimlemediği bir duruma alışma sürecini yaşarken bir yandan da lohusalık döneminden etkilenmeden çıkmanın çabasında oluyor. Bir de dışarıdan akıl veren olunca hem çocuğunu koruma içgüdüsü hem de bir ötekiyle mücadele etmek anneyi yoruyor. Üstüne “Aman sabah işe gideceksin, uyuyamazsın, rahat edemezsin, sen içeride uyu.” durumları da başladıysa eşler arasında hem duygusal hem de fiziksel mesafe oluşmaya başlıyor. Baba kendini dışlanmış ve yalnız hissedebiliyor çoğu zaman. Erkek oluşan bu boşluğu ya işine daha fazla vakit ayırarak ya arkadaşlarıyla daha sık görüşerek ya da başka bir şeyle doldurmaya çalışabiliyor. Bu nedenle anne desteksiz, baba da ilgisiz kalmış oluyor.
Ayrıca artan sorumluluk ve iş yükü çiftler arasında ciddi problemlere neden oluyor. Öncelikle kişilerin eş olduklarını unutmamaları gerekir. Çünkü ebeveyn olmadan önce eştiler ve o kanalı sürekli beslemeleri gerekir. Öncelikle tavsiye ettiğimiz eşlik vakti oluşturmaları. Yurt dışında bazı terapi merkezleri bu gibi durumlarda çiftler arasında eşlik vakti oluşturacaklarına dair kontrat imzalatıp o şekilde başlıyorlar sürece. Kısa anlarda dahi birbirine ilgi göstermek; samimi bir bakış, ufak bir teşekkür, küçük bir dokunuş aradaki bağın canlı kalmasına yardımcı olur. Bu dönemde özellikle yorgunluk ya da stresin baskın olduğu anlarda eleştiriden çok destekleyici bir dil kullanmak önemlidir. En sık karşılaştığımız problemlerden biri eşlerin birbirlerinin ebeveynliklerine çok fazla müdahale etmeleri. İyi anne ya da baba olamamakla suçlamaları. Burada suçlayıcı, yargılayıcı bir dilden öte yardım eder bir tarafta durmak gerekir.
Eşler arasında anlaşılmama sorunu sıkça karşımıza çıkıyor. Eşlerin birbirlerini anlamadığını düşünmelerinin altında yatan temel sebepler ve karşımızdakini gerçekten dinlemek konusunda yaptığımız en büyük hatalar nelerdir? Doğru anlaşılmak için nelere dikkat etmeliyiz?
Çoğu insan konuşamadığından ya da anlaşılmadığından şikâyet ediyor ama aslında konuşabiliyor. Sürekli kavga ederek iletişimlerini aktif tutuyorlar zaten, konuşuyorlar ama dinlemiyorlar. Derler ya, “ne dediğimizden çok nasıl söylediğimiz önemlidir” diye. Ben de buna bir kademe ekledim. Ne duyduğumuz da çok önemli iletişimde. Yapılan en büyük hatalardan biri dinlemenin sadece cevap vermek için yapıldığını zannetmemizdir. Satranç oynamak gibi adeta. Bir taraf hamle yaparken diğer taraf savunmasını kurmak için bekler. Hâlbuki doğru iletişimde hamle yoktur, birbirinin dünyasını görmeye niyet vardır. Konuşmayı kazanılması gereken bir tartışma gibi görmek en sık yapılan hatadır. “Kendimi nasıl haklı çıkarırım?” sorusunun peşine düşmek olur ki evliliklerde haklı çıkmak değil, mutlu olmak önemlidir.
Dinlemek aslında empati yapabilmeyi gerektiren bir şeydir. “Senin için ne yapabilirim?” ya da “Benden istediğin bir şey var mı?” soruları sihirli iki cümle bence. Çözüm sunduğumuzda ya da öneri verdiğimizde karşımızdakini dinlemiş olmuyoruz esasında, bu durumda kendimize iyi gelen yolları belirleyip karşımızdakinden de bunu yapmasını bekliyoruz. Dolayısıyla, çoğu zaman iyi niyetle yapılan şeyler karşılık bulmuyor. Çünkü eş, derdini anlattığında çoğu zaman çözüm değil, sadece anlaşılmak ister. “Kendimi yalnız hissediyorum.” diyen bir eşe “Arkadaşlarınla görüş, dışarı çık, gez, dolaş.” ya da “Daha geçen hafta tatile gittik, birlikteydik, ne istiyorsun?” dediğinizde durumu mantıkla çözmeye çalışır kişi. Oysa kişinin belki de sadece sarılmaya ihtiyacı vardır.
Anlaşılmak için duyguları ifade etmek gerekir. Ama insan en çok da sevdiğine anlatamıyor duygusunu. Zamanla “incinmemek” için eşler duygularını birbirlerinden saklamaya başlıyorlar. Anlatılmayan her duygu bir duvar örüyor ve aradaki mesafe açılıyor. Kişi, kendi gözünden o kadar emin olur ki eşinin gördüğü dünyayı küçümser. “Buna mı takıldın şimdi? Amma abartıyorsun, üzüldüğün şey bu mu?” diyerek diğer eşin duygularını değersizleştirir. Bu da anlaşılmamaya neden oluyor. Evlilik dediğimiz şey, iki gerçeği birlikte kabul etmektir. Herkesin farklı penceresi vardır ve bazen tek yapmamız gereken, onun penceresinden bakmayı da öğrenmektir.
Anlaşılmamanın en büyük nedenlerinden biri de varsayımlarda bulunmak, ima ile anlatmak, zihin okumak. Eşi “Biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var.” dese “Demek ki beni sevmiyorsun, evlilik iki kişinin birlikte yaptığı bir şeydir, beni istemiyorsun yani.” diye atılıyor eşler. Burada kişi duyduğunu değil, kendi korkusunu yansıtıyor aslında. Dinlemenin, dolayısıyla anlaşılmanın en önemli yolu kendi iç sesimizi susturup karşı tarafın sözlerine odaklanmaktır.
Anlaşıldığını hissetmek için, önce duyguları görünür kılmak gerekir. Hem göstermek hem de görebilmek. Empatiyle dinleyebilmek önemli. Bir yazı okumuştum, diyordu ki; “Bazen bir yürek, sadece anlıyorum kelimesine muhtaçtır.” Kulakla değil de kalple dinliyor olmak çok kıymetli bu yolda.
Çiftler birbirlerini eleştirirken genelde “sen” diliyle konuşmayı tercih edebiliyorlar. Bu suçlayıcı dilin yerine nasıl bir iletişim kurulmalı?
Eşler “sen dili” ile konuşmayı tercih etmiyor, bu şeklide konuşuyor. Çünkü toplum olarak “ben dili” ile konuşmayı bilmiyoruz. Seanslarda buralara çalışıyoruz çoğu zaman. Eşler neredeyse hiç konuşamıyor. Çünkü her cümleyi dönüştürmek zorunda kalıyoruz. Komik geliyor insanlara. Duymamışlar, görmemişler, deneyimlememişler genelde. O nedenle yeniden bir alışkanlık edinmek çok zor geliyor.
Bunun farkında olmayınca, çiftler arasındaki eleştiriler, çoğu zaman evliliklerde onarılması güç yaralar açıyor. Eleştirinin dili suçlayıcıysa, kişi hemen savunmaya geçiyor ve tartışma bir çatışmaya dönüşüyor. “Sen hep böylesin, beni hiç dinlemiyorsun!” “Sen zaten sorumsuzun tekisin.” Bu cümleler karşı tarafa şu mesajı veriyor: “Sen yanlışsın, seni suçluyorum.” Böyle bir dil karşısında da karşı taraf hemen kalp kapılarını kapatıp çatışma zeminine geçiyor.
Psikolojik olarak sağlıklı bir eleştiride, kişi karşı tarafın kişiliğine değil, davranışın kendisine ve kendisinde oluşturduğu etkilere odaklanır. Eleştiriyi bir saldırı değil, bir paylaşım olarak algılar. Bu da kişinin savunma mekanizmasını azaltır ve sürekli kendini koruma içgüdüsüyle hareket etmesini engeller.
Birkaç örnek vereyim bu konuda. Zira çiftler sen dilini ben diline çevirmekte çok zorlanıyorlar. Belki işlerini kolaylaştırır. “Sen beni hiç dinlemiyorsun.” yerine “Seninle konuşurken başka şeyle ilgilenmen beni dinlemiyormuş gibi hissettiriyor.” “Sürekli eve geç geliyorsun, bıktım artık, ne kadar sorumsuz birisin!” yerine “Geç kaldığında kendimi önemsiz hissediyorum.” “Hep kendi dediğini yapıyorsun.” yerine “Birlikte karar almak ve benim kararlarıma da önem vermeni istiyorum.”
İlişkilerde “sessizlik” kavramına yaklaşımınız nasıl? Kimi zaman bir tartışmayı sonlandırmak için susmayı tercih ediyoruz, kimi zaman da küsüp hiç konuşmuyoruz. Sessizliğin ne zaman yapıcı, ne zaman yıkıcı olduğunu biraz açıklayabilir misiniz?
Sessizlik, ilişkilerde güçlü bir ifade biçimi olabilir; ancak bu gücün yapıcı mı yoksa yıkıcı mı olacağı, sessizliğin niyeti ve kullanım şekline bağlıdır. Bazı durumlarda sessizlik, tartışmanın hararetini azaltarak çözüm yollarına kapı aralayabilir. Ancak kimi zaman, duygusal bağları koparan bir uzaklaşmaya dönüşebilir.
Sessizlik ne zaman yapıcıdır? Örneğin, tartışmayı sakinleştirmek için kullanıldığında. Tartışmalar sırasında anlık öfkeyle söylenebilecek kırıcı sözlerden kaçınmak için sessiz kalmak, sağlıklı bir yöntem olabilir. Sessizlik, duyguları yatıştırmak ve daha yapıcı bir iletişim kurmak için bir fırsat oluşturur böyle durumlarda. “Şu an çok sinirliyim ve yanlış bir şey söylemek istemiyorum. Biraz sakinleşmeye ihtiyacım var, sonra konuşalım.” denildiğinde belki daha çok şiddetlenecek bir tartışma daha başlamadan önlenmiş olur. Bu tür bir sessizlik, çözüm arayışına açık bir kapı bırakır ve tarafların sakin bir zihinle konuşmasını sağlar.
Duygusal dengeyi bulmak için kullanıldığında sessizlik yine yapıcı olabilir. Bazen eşinizin söylediklerini anlamak ve duygularımızı düzenlemek için birkaç dakikalık bir sessizlik, bir düşünme molası olarak işlev görebilir. Burada sessizliğin işlevi, duyguları bastırmaktan ziyade onları anlamlandırma süreci olur.
Peki, sessizlik ne zaman yıkıcı olur? Cezalandırma amaçlı kullanıldığında. Sessiz intikam denilebilir bunun adına. Küsme ve konuşmayı tamamen kesme gibi davranışlar, eşi cezalandırma amacı taşırsa, sessizlik yıkıcı hale gelir. Bu durumda sessizlik, çözüm getirmek yerine duygusal uzaklaşmaya neden olur. Örneğin, “Ben konuşmazsam ne kadar kırıldığımı anlar.” düşüncesi, eşi bir iletişim engeline iter ve duygusal bağları zedeler.
İletişimi kesmek için kullanılan sessizlik, tarafların birbirine dair duygularını ifade etmekten tamamen vazgeçmesine dönüşürse, ilişkide bir duygusal kopuş işareti olabilir. Bu tür bir sessizlik, genellikle sorunların biriktiği ve artık konuşmanın dahi anlamını yitirdiği ilişkilerde ortaya çıkar. Kaçış ya da ilgisizlik göstergesi olarak kullanılabilir. Bazı insanlar tartışmalardan ya da zor konuşmalardan kaçınmak için sessizliği bir kaçış yolu olarak kullanır. Bu, karşısındaki kişinin kendisini görmezden gelinmiş ve değersiz hissetmesine neden olabilir. Bu tür kişilerle ne konuşursanız konuşun, ne sorarsanız sorun, cevabı büyük olasılıkla “bilmiyorum” olur. Bir süre sonra konuşmak isteyen taraf çaresiz kalıyor ve öfke patlamaları geçirebiliyor.
Eğer sessizlik; duyguları anlamak ve çözüm bulmak için, sorunun çözümüne yönelik bir ara vermek için, eşlerin kendilerini toparlamasına olanak sunmak için kullanılıyorsa bu yapıcı sessizliktir ki, ardından mutlaka bir konuşma ve paylaşım gelir. Ancak, iletişimi tamamen kesmek ya da cezalandırmak için, sorunu göz ardı etmek ya da bastırmak için kullanılıyorsa veya diğer eşin kendini dışlanmış ve değersiz hissetmesine neden oluyorsa bu yıkıcı bir sessizliktir. Duygusal kopuşa yol açar ve eşler arasına mesafe koyar.
İlişkilerde yaş farkı iletişimi nasıl etkiliyor? Farklı kuşaklardan gelen çiftlerin yaşadığı iletişim sorunlarına dair gözlemleriniz ve önerileriniz nelerdir?
Yaş farkı evliliklerde sadece olumsuz sonuçlar oluşturan bir dinamik değildir aslında. Bu durum eşlerin birbirlerinin dünyalarını genişletmelerine ve yeni perspektifler kazanmalarına yardımcı olabilir. Genç olan eş, olgunluğa ve yaşamın pratik yönlerine dair birçok şey öğrenebilir eşinden. Ya da yaşça büyük olan eş, gençliğin enerjisi ve tutkusuyla yeniden bağlantı kurabilir eşi vasıtasıyla. Biri diğerinin enerjisinden ya da deneyiminden faydalanabilir ve bu da evlilik dinamiğini güçlendirir. Ancak denge iyi kurulabilirse…
Yaş farkı derken bunu da iki kategoriye ayırabiliriz. Biri aralarında birkaç yaş fark olan çiftler, bir diğeri jenerasyon farkı olanlar. Jenerasyonel farklılıklar daha geniş bir yaş aralığını içerdiği için daha fazla sıkıntı yaşayan çiftler oluyor.
Özellikle farklı kuşaklar, farklı sosyo-kültürel dinamiklerde büyüdükleri için değerleri ve öncelikleri farklı olabiliyor. Örneğin, bir kuşak daha geleneksel değerleri önemserken diğeri daha özgürlükçü ve bireysel düşünebiliyor. Mesela, bayram zamanları yaşanan problemler çok sıkıntılı olabiliyor. Gelenekçi taraf aile ziyaretlerini isterken özgür düşünen genç eş, daha farklı planlar istiyor. Bu durum her yaştaki çiftler için zorken yaş farkı olanlarda daha karmaşık bir hale bürünebiliyor. Tam da burada iletişim devreye giriyor. Çünkü iletişim dilleri de farklı oluyor. Genç olan taraf, duygularını hızlı bir şekilde ifade etmeyi tercih ediyor genellikle. Bir problem yaşadıklarında konuşalım ve hemen çözelim istiyor ama daha büyük olan eş, meseleleri düşünerek ve zamana yayarak çözme eğiliminde oluyor. Bu durum tahammülsüzlüğü, anlaşılmamayı, konuşamamayı beraberinde getiriyor.
Özellikle toplumun bakış açısı ve sosyal onay, jenerasyon farkı yaşayan çiftler üzerinde baskı unsuru olabiliyor. Zaten çiftler önce kendi ailelerinin tepkileriyle karşılaşıyorlar ve kabul görmüyorlar. Ayrıca, yaşı büyük olan eş, deneyimleriyle ilişkiyi sürdürmek isterken diğer eş bunu baskı olarak algılayabilir. -malı, -meli ile biten cümleler kişiyi bir kalıba sokma girişimi olarak görülebiliyor.
Hayattan beklentiler, geleceğe dair planlar, zamanın şartlarından ve imkânlarından yararlanabilme becerileri yaş farkı olan eşlerdeki diğer problemler olarak sayılabilir. Her iki taraf da birbirinin iletişim hızını, beklentilerini, geçmiş hikâyelerini anlamaya çalışırsa, ortak zeminde buluşabilirlerse, empatiyi de eksik etmezlerse yaş farkı evlilikler bir engel değil, zenginlik kaynağı olur.