Asilzade 2 / Kenan Kurban

Coşkun’un kararlı bakışlarına bilge bir tebessüm eşlik ederken kendisine pek inanmayan emmioğlunun “Bu kadar kazancı gündüzleri Kapalıçarşı’da çaycılık, geceleri Beyoğlu’nun izbelerinde sarhoşları ayıklayarak mı yapacaksın?” sorusunu tekrarlarken bir yandan cep telefonunu çıkarıp bir video açtı. Merakla bakan Vural’a izletmeye başladı. Coşkun “Bunlar kim, biliyor musun?” dedi. Vural alaycı “Kendileri gibi olmak istediğin ülkenin en zengin adamları.” dedi. Coşkun “Güzel…” diye cevapladı. Vural vurdumduymaz “Ne o, geceleri ninni yerine onların röportajlarını dinleyerek mi uyuyorsun?” diye sordu. Coşkun, Vural’ın ensesine eliyle hafifçe vururken “Gereksiz videolar seyredip…” Eliyle başını okşadı, “Aklını buharlaştırıp…” Elini bu kez kalbinin üzerine koyarak “Psikolojini bozup…” dedikten sonra da sırtını kuvvetlice destekleyip “Beden sağlığından olacağına abin gibi faydalı videolar izle, izle ki uzmanlığımız hırsızlık olsa bile genel kültürümüz artsın, ufkun açılsın.” dedi. Bir kelimesini üzerine alınmayan Vural gırtlaktan gelen bir hırıltıyla pis pis sırıtıp “Amcaoğlu, senin kafana göre ülkenin yarısı ya ruh hastası ya vücudu çökmüş ya da kafası bozuk… Yani…” Eliyle kendini gösterip “Senin emmioğlun yalnız değil, aksine çoğunluktayız. Sen kendi haline yan… Ya da en iyisi ninni dinlemeye devam et…” dedi. Coşkun “Beyhude adam! Ninni uyumak içindir. Ben ise çuvaldız niyetine kendime gelmek için dinliyorum.” dedi. Vural “Vaav…” dedi. Coşkun “Bu adamların hemen hemen hepsi…” Bulundukları terastan eliyle göstererek “…Ya Kapalıçarşı’da ya Mercan’da ya Sultanhamam’da ya Karaköy’de el arabacılığı, çıraklıkla işe başlayıp ülkenin en zengini olmuşlar.” dedi. Vural elini boşlukta sallayıp “O günler eskidendi. Şimdi bunlar boş hayaller.” dedi. Coşkun’un telefonu çaldı. Açıp sesi dışarı verdi. Ses “Abi her zamanki köşedeyim.” dedi. Coşkun “Tamam otuz saniyeye oradayım.” diye yanıtladı. Vural “Hayırdır Hd Ekrem?” diye sordu. Arabayla çıktılar. Coşkun sağa yanaşıp durdu. Camı açıp “Hd, istediğim gibi demi?” dedi. Hd, yerde duran kutulu televizyonu gösterip “Mal ortada… Ama kapıdan sığmaz, bagaj kapasını aç.” dedi. Coşkun indi, beraberce televizyonu arabaya yerleştirirlerken Hd Ekrem konuşmaya devam ediyordu. “Abi garantili üstelik.” dedi. Coşkun “Ulan hırsızlık malının garantisi mi olur?” Hd, “Alınırım abi, biz itibarımız için yaşıyoruz. Ülkenin en büyük teknoloji marketinin deposundan yürüttüm.” Coşkun “Yürü git. Çalışsın yeter. Daha fazlası lazım değil.” dedi. Bagaj kapısını kapatıp arabaya binerken Hd Ekrem eliyle paramı ver işareti yaptı. Eline hafifçe vurup “Hadi yürü be pis hırsız, çaldığın malın bir de parasını mı istiyorsun?” dedi. Araç hareket etmeye başladı. Vural geri doğru bakıp “Abi üç beş bir şeyler verseydin. Kindardır bu herif.” dedi. Coşkun “Ne yapacak, polise mi şikâyet edecek?” dedi.
Güneş bütün nurunu dünyanın üzerinden çekip karanlık çökmeye başlayınca zift karası zulmet ve kötülük mayalandığı kalplerde iyiden iyiye demlenip hayata zulümle bağlanırken gönüllerini feyzle besleyenler her an Hakkın başka bir sırrına mazhar olmanın bahtiyarlığıyla şad oluyorlardı. Sarıya çalan yeşil goldrider süs bitkisiyle sınırları belirlenen bahçenin zemini yemyeşil özel rulo çimlerle kaplanmıştı. Aralıklı dikilmiş bodur çöl palmiyeleri farklılık verirken yer yer muntazaman yerleştirilmiş doğal dekoratif taşlar ve altlarına gizlenmiş loş aydınlatmalar esrarlı bir hava uyandırıyordu. Mavi seramiklerle döşenmiş havuz kısmen daha güçlü ışıklarıyla parıl parıl parlarken Karadeniz’den gelen boğaz esintisi ağustosta bile insanı üşütüp suyu hafif hafif dalgalandırıyordu. Bambu masanın etrafında tekli bambu sandalyelerde dip dibe oturan üç kişi hemen yan taraflarında yerde fokur fokur kaynayan semaverde demlenmiş çaylarını içerken kelimeler dudaklarından değil, yüreklerinden dökülüyordu, konuşulanlar ancak gönül kulağıyla işitilebilirdi. Kırk beşli yaşlarındaki gür saçlı, atletik vücutlu adam elindeki bardağı “Arif İlaç Sanayi” yazan dosyanın yanına, kristal cam tabağa bıraktı. Boşta kalan elini, hafif kırışmış kahverengi lekelerin belirginleştiği bir kadın eli şefkatle tuttu. Kadın, masanın üzerindeki sağ eliyle de üçlü koltukta, skoç battaniyenin altındaki dede ve torunlarını gösterip “İyi ki vatana kesin dönüş yaptınız canım oğlum.” dedi. Adamın gözlerindeki hüzün ve tereddüt, mutluluğunu gölgeliyordu. Yaşlı kadın aynı hassasiyet içinde hemen sağında oturan gelinin başını öptü, herkese yeterince sevgi var dercesine göğsüne yaslayıp “Her evladın yeri ayrıdır. Bazıları aramızda olmasa da, asla olamayacak olsa da yeri hep müstesnadır.” dedi. Bir tek siyahın kalmadığı saçı ve sakalı yaşını ele veren adamın yüzündeki kırışıklıkları insanın içinde sempati, sevimlilik ve saygı uyandırıyordu. Ela gözlerindeki samimiyet insanı kuşatırken her bir cümlesinden merhamet ve bilgelik saçılıyordu. Yetmişine merdiven dayamış buğday tenli yaşlı adamın kucağında yedi yaşındaki sevimli kız torunu, solunda on beşinde gür siyah saçları, zeytin tanesi gözleri ve esmere yakın teniyle evin ortancası Meryem, sağında ise yeni terlemeye başlayan bıyıklarıyla on dokuzundaki erkek torunu vardı. Hepsi de soğuktan korunmak için bu skoç battaniyenin altına sığınmış olsalar da aslında hasretle geçen senelerin acısını çıkartmak için birbirlerine bir daha ayrılmak istemiyorcasına sokulmuşlardı. Dedesinin kucağındaki küçük, aile albümünün her bir sayfasını merakla çevirirken diğer iki torun çoğu yıpranmış, kenarları hafif sararmış, siyah-beyaz fotoğrafların hikâyelerini en ince ayrıntısına kadar soruyorlardı. Yaşlı adam her seferinde pür dikkat dinleyen evlatlarına aynı coşku ve içtenlikle anlatıyordu; “Bu büyük dedemiz Yemen’de şehit düşmüş, o dedemizin kardeşi fütuhat dervişlerinden…” derken solunda oturan zeytin gözlü kız elini uzatıp sırtını dağa vermiş heybetle duran siyah-beyaz fotoğrafa rağmen hâlâ canlı gibi duran adamı gösterip “Dede, ya bu kim?” diye sordu. İhtiyar adam kucağında torunu olduğu halde mümkün mertebe toparlanıp saygı ile “O bizim Tokat’ın evliyalarından Abdullah Baba.” dedi. Delikanlı sakinliğini kaybedip hafif ayağa kalkar gibi yaparak lafa atladı, “Bize bir kerametini, hatıranı anlatır mısın?” diye sordu. Dede, hangisini anlatayım manasında şöyle hızlıca bir düşünürken “Bir gece…” diye konuşmaya başladı. Bu sırada masanın başındaki adam cep telefonu elinde “Anacığım, memlekete dönüşü biraz daha tehir edin. Hem babamın daha işleri var, biliyorum.” dedi. Kadın “Aaa oğlum, sen babanı bilmez misin ne onun eşi, dostu ne muhabbeti ne de işi biter. Ona kalırsak biz en az altı ay daha buradayız.” Gelin “Ne güzel işte. Çocuklar da mutlu olur.” dedi. Kadın “Yahya evladım, sen çarşamba gününe al… Daha kışlık hazırlıkları var. Kardeşlerin işlerin içinde boğulup kalmıştır.” dedi. Yahya “Koskoca iki adam… Hem yeğenlerim de var. O kadar zevat iki dükkânı mı idare edemeyecekler?” dedi. Anne “Dediklerinde haklısın ama daha şunun şurasında üç dört gün oldu, gelen giden “Nusret abi ne zaman gelecek?” diye kapı aşındırır olmuşlar. Hem bir işin başında hanenin ulusunun olması başkadır.” dedi. Yahya başıyla tamam işareti yaparak “Eee o zaman yapacak bir şey yok. Ben çarşamba sabahına Tokat’a uçak biletlerinizi alıyorum.” dedi. Nusret’in sakin sakin anlattıkları bitince solunda oturan kız “Demek tayy-i zaman tayy-i mekân yapıyordu?” Nusret “Evet canım kızım… Abdullah Baba ricâlu’l-gayb ehliydi…” dedikten sonra duraksadı, sağındaki torununa bakıp “Çok hatıramız var ama hiç unutamadığım, daha doğrusu dört gözle tezahür etmesini beklediğim bir müjdesi var. Yine bir gün sağ olsun hanemizi şereflendirdi. Yedik, içtik, muhabbet, yine sırlarla dolu sohbetler derken babanız çayları dağıtıyor. Abdullah Baba ona bakıp, ‘Senin soyundan büyük bir veli gelecek, inşaAllah ricâlu’l-gayb ehli olacak.’ dedi. Kız ile oğlan birbirlerine baktılar. Nusret kucağındaki torununu sımsıkı sarılıp başından öperken senelerdir beklenin hasreti ve onu göremeden ahirete göçmenin korkusunu içinde saklayan sıcak gözyaşları sessizce döküldü. En küçük torun çocuk saflığında “Eee dede, geldi mi?” diye sordu. Nusret “Ben de bilmiyorum dedem… O günden beri bu muştuya erişmek için bekliyorum.” dedi.
Coşkun eski model arabasıyla eve giderken her zamanki gibi uzun yola sapınca Vural “Ya amcaoğlu, şu cami korkusundan ne zaman kurtulacaksın? Yol, yok yere on beş dakika uzuyor. Hem ne diyor senin dahil olmak istediğin o burjuva takımı; korkularınızla yüzleşin…” Coşkun gayet ciddi “Benimki korku değil emmioğlu.” dedi. Vural “Yaa, öyleyse neden kaçıyoruz?” diye sordu. Coşkun “Hatırlattığı her şeyden kaçıyorum. Bir cami, bir imam, namaz kılan bir zat insana neyi anımsatıyorsa onlardan kaçıyorum.” dedi. Vural şaşkın şaşkın bakarken o devam etti “Çünkü din varsa ahlak vardır. Bizim gibi ahlaksızlar ya dine yaklaşıp tövbe edecek ya tümden inkâr edip kurtulacak ya da son ihtimal benim gibi ikisini de yapamıyorsa uzaklaşacak.” Sağ elinin işaret parmağının ucunu göstererek “Azıcık aklın varsa sen de benim gibi yaparsın.” dedi. Vural her zamanki alaycı tavrıyla “Sen yine, yeniden…” işaret parmağıyla daireler çizip “Uçuyorsun. Allah’a şükürler olsun senin kadar…” duraksadı “Akıllı, derin adam değilim. Hayatta tek doğrum var, o da bugün bulduğumu bugün yerim, sığ sularda yüzerim, hayatta zevk veren ne varsa o olayın içindeyim.” dedikten sonra oynak şarkılar çalan bir radyo kanalı açtı.
Sıvasız, çoğu yıpranmış, kırık dökük briket duvarların çevrelediği evin küçük bahçesine ekilen birkaç kök domates, biber ve salatalık bakımsızlıktan sararmaya yüz tutmuştu. Büyük asma ağacının gölgelediği, ayakta durmakta zorlanan kahverengi yemek masasının başında esmer tenli iki adam güneşin soldurduğu kırmızı plastik sandalyelerde oturuyordu. Kırklı yaşlarının sonunu yaşayan göbekli, siyah pos bıyıklı, yuvarlak kafalı, tombul yanaklı, beyaz atletli adam aşırı içtiği için ayakta durmakta zorlanırken baygın gözlerle etrafına bakıyordu. Otuzlarındaki adam ise çakmak çakmak gözleriyle etrafına emirler yağdırmaktan da geri kalmıyordu. Pencerenin önündeki döşemesi yırtılmış çekyatta uyuyan dört ile altı yaşlarında çocuklara bakıp evin içinde, camın önünde oturan kadına leblebi tanesi atıp “Zümrüt, kalk kız, çocukları eve götür.” dedi. Tavanına akma ve toz dökülmesini önlemek için naylon çekilmiş gecekondunun sofası farklı renk ve modelde üç çekyat ile tamamen uyumsuz, temizlenmeye kalksan elinde kalacak kiremit kırmızısı halısı ve onun ebedi misafiri gibi duran kaldırılmaya üşenilmiş kuzine sobayla insanın içini karartıyordu.
En yeni ve çalışır vaziyetteki duvara asılı televizyonun ise ortasında çizgi gözüküyor, zaman zaman görüntüler gidip geliyordu. Bu tek göz odaya sonradan eklendiği, sıva yerlerinden belli olan iki odanın kapısı ardına kadar açıktı. Yan yana oturup tabaklarındaki son karpuz parçalarını yiyen iki kadın pür dikkat o meşhur kayıp, kaçak, ihanet, cinayet olaylarının çözüldüğü kadın programını izliyorlardı. İkinci kez cama gelen leblebi tanesinin sesiyle Zümrüt camdan dışarı bakıp yüzünü ekşiterek “Tamam be adam!” dedi. Ağır ağır belini tutarak ayağa kalkıp kinayeli “Ay Feriştah abla kızıyom ama adam haklı, bizim üç ile dört numaralar uyuyup kalmış.” Elini karnının üzerine koyarak “Beş numara da içeride rahat vermiyor. Tekmeleyip duruyor yaramaz.” dedikten sonra sehpanın üzerindeki boş karpuz tabaklarını gösterip “Bilirsin hamile olmasam ben toplar giderdim ama sana zahmet olacak, sen toplayıver.” dedi. Birkaç adım yürüdü. Feriştah kendisine sokulan laflar canını yaksa da bozuntuya vermeden “İnşallah beşinci de oğlan olur, hatta altıncı, yedinci de olur.” Sonra Zümrüt’ün yüreğine işlesin diye vurgulayıp bastıra bastıra “Bir orduya bir komutan yeter. Ama yüzlerce, binlerce asker lazım. Benim aslan Coşkun’um koca bir orduyu komuta eder.” dedi. Zümrüt’ün, Hintli kadınlara benzeyen simasında müstehzi bir gülümseme belirirken Feriştah’ı alt etmenin tadını dilinde hissetmenin verdiği hazla “Eee sen de haklısın, sekiz çocuk doğurup biri yaşayınca… Ne demişler kargaya yavrusu şahin gözükürmüş… Neyse yarın görüşürüz.” diyerek çıktı, gitti.
Coşkun arabayı tam olarak “Çile Sokak” yazan kırmızı tabelanın altına park etti. Vural o geceki yankesicilikten toplanan hasılatın olduğu sırt çantasını kucağına alırken Coşkun bagajdan annesi için aldığı televizyonu kucakladı. Beraber yürürken Vural yıkık briketli evin kiremit kırmızısına boyalı demir kapısının önündeki patates ve soğan çuvallarıyla yüklü kamyoneti gösterip “Amcamla yengem bu yaşa geldiler, şu işi bırakmadılar.” dedi. Coşkun konuşmakta zorlansa da “Adamın kanına işlemiş patates, soğan… Piyasadan bir liraya, iki liraya, yeri gelir beş liraya daha ucuz satar ama terazi ayarlı. Her seferinde yüz, iki yüz gram eksik tartmaya ayarlı. Cüzdanlara direkt el uzatamayınca endirekt dalıyor.” dedi. Gülüştüler. Vural yarı açık bahçe kapısını iyice açtı. Coşkun televizyonla yan yan içeri girdi. Vural onu geçip çantayı babası ve amcasının önüne bırakıp “Bu geceki…” cüzdan çekme işareti yaparak “…kerizlerin size saygı, hürmet ve selamı var.” dedi. Beyaz atletli olan kendine gelmek için soluna eğilip sürahideki su ile yüzünü yıkadı. Coşkun televizyonu yere bırakıp solgun duran babasına “Babacığım, iyi misin?” diye sordu. Babası eliyle iyiyim işareti yapıp “Bir şeyim yok, yaşlılıktan biraz yorgunum.” dedi. Amcası çantayı açıp paraları görünce gözleri sevinç naraları atmaya başlarken Coşkun’a takılmaktan da geri kalmadı, “Ne o yeğenim, Hd Ekrem’den mi?” diye sordu. Vural “Mahallemizin elektronikçisi baba.” dedi. Coşkun “Ne o emmi, bu ne hız? İsmin gibi tekinsin. Nasıl haber aldın?” dedi. Tekin “Wifi Zeki yayında…” dedi. Coşkun “Adama boşuna wifi demiyorlar. Duyduğunu anında yayıyor.” dedi. Vural “Onun hızında hizmet veren şirket yok daha… Süper wifi…” dedi. Atletli adam paraları kardeşiyle pay ederken hafiften öksürerek memnuniyetsiz “Nasıl bir zamana düştük be… Lakaplara bak, adam gibi bir lakap yok… Yok wifi, yok hd, yok cigibayt, yok zart, yok zurt… Eskiden lakabın bile bir asaleti, ağırlığı, yaşanmışlığı vardı. Kesik, kolsuz, topal, yedi bela…” Coşkun gülerek “Onlar eskidendi babam…” dedi. Sonra televizyon kolisini kucaklayıp insanın yüzüne yüzüne vuran üçüncü sınıf ağır tütün kolonya kokularının geldiği eve girdi. Dalgın dalgın kadın programı seyreden Feriştah’ın yüzünden düşen bin parçaydı. Coşkun neşeyle “Annem bak, yüzün gülsün, sana son model televizyon aldım.” dedi. Feriştah yalandan gülüp “Kesene bereket evlat.” dedi. Coşkun eski televizyonu yerinden sökerken “Annem, peşin peşin konuşalım, param kalmadı deyip bu televizyonu da ucuza spotçulara okutmak yok…” dedi. Sonra koliyi açıp kurarken özelliklerini saymaya başladı. Coşkun “Bir kere dünyada en çok tutulan markası, elli beş inç, yüz kırk ekran smart tv, dört çekirdek internet işlemcisi, uydu alıcısı içinde… Üstelikte ekran kalitesi dört k ultra hd kristal panel müthiş… Ederi yirmi bin lira, ona göre…” Sonra kumandayı alıp annesinin yanına otururken izlediği kanalı açıp “Annem bu kayıp, kaçak, aldatmalı kadın programlarında ne buluyorsun? Bizim kayıp çocuğumuz, öldürülmüş bir akrabamız ya da ihanet eden birileri mi var? Allah aşkına başka şeyler seyret artık. Hasta edecek bunlar seni…” dedi. Feriştah yanında oturan oğlunun elinden tutup “Ben senden ne televizyon ne araba ne ev ne de başka bir şey istiyorum. Yalnızca, yalnızca…” Coşkun yüzünü ekşitip “Yine mi şu mevzu?” Feriştah en ciddi tavrıyla “Evet… Bak Fidan’ın kızı Güllü tam sana göre… Bugün yine buraya geldi, bir hürmet, bir hizmet… Hazır kız, evlendireyim, boy boy çocukların olsun. Evimiz şenlensin… Benim yüzüm o zaman güler, içim ferahlar… Sana söz, bunları izlemekten de vazgeçerim.” dedi. Bütün neşesi kaçan Coşkun “Ya anneciğim o senin dediğin Güve Fikret’in kızı, babası gibi girdiği yeri çürütür. Aman aman evlerden ırak… Ben sana öyle bir gelin getireceğim ki dost düşman ayakta karşılayacak.” derken telefonuna mesaj geldi. Coşkun mesajı okuyup annesine göstererek “Bak pazar pazar patron Cengiz abi işe çağırıyor.” dedi. Coşkun odasına geçmek için kalkarken annesi “Kaç bakalım, nereye kadar kaçaksın?” diye söylendi.
Pazar günü işe çağrılan Coşkun, hanın çatısında tamirat yapan ustalara yardımcı olurken hayatında büyük kırılma anını yaşadı. Kader ona fırsatı ummadığı bir zamanda, beklenmedik bir yerden sundu. Ustalar çalışırken Coşkun çatının her noktasını ve etrafı santim santim tetkik etti. Haftalardır kameralara yakalanmadan en büyük atölye sahiplerinden Hacı Süleyman Cömert’in dükkânını soymak için planlar yapıyordu. Ama içeri nasıl girecekti, bunu çözememişti. Çare şimdi gözünün önündeydi. Tüccarların konaklaması için yapılan bu tarihî hanın kallavi misafirlerinin ağırlandığı oda, şimdi onun dükkânıydı ve sadece orada ocak vardı. Geniş bacasından rahatça içeri sızabilirdi. Sonrası çocuk oyuncağıydı. O andan itibaren keyifli keyifli şarkılar söyleyerek akşamı etti. Fakat o günün gecesinde güneş bir türlü doğmak bilmedi. Sanki ona inat rötar yapıyordu. Nihayet pazartesi günü işe giderken Hd Ekrem ile buluşup beze sarılı emanetleri aldı. Hd Ekrem “Dikkat et, kaptırma.” dedi. Coşkun arabanın içinden elini sallayıp “Hadi oradan.” diyerek gazladı. Bir yandan araba kullanırken bir yandan da sırt çantasını kontrol etti. “Duvara tırmanıp bacadan içeri süzülmek için çengelli halat tamam.” Ellerini hızla ovuşturup “Malları yukarı çıkarmak için makaralı düzenek, Hd Ekrem’in kasa açmak için çilingir malzemesi, siyah badi, pantolon, bot ve maske… Her şey eksiksiz.” Sonra günlerdir üzerinde çalıştığı kameralara yakalanmadan giriş ve çıkış yapacağı güzergâhın krokisini açtı. Bakarken bir yandan da ezberini kuvvetlendirmek için sesli sesli tekrarlıyordu. “Polislerin soygundan sonra ilk sorguya çekeceği adamlardan biri de benim. O gece her zaman gittiğim Aksaray’daki mekândaydım. Delili ödediğim fatura… Mekânın arka kapısından çıkıp bugün öğlen bırakacağım ikinci arabaya binip Cağaloğlu’na intikal… Arabayı, Gülbahar sokaktaki tarihî binan yıkıntıları arasına bırak. Uhulet ve Selamat Han’ın duvarlarının dip dibe olduğu, bir insanın geçeceği kadar olan dar İnsan Geçmez geçitten geçip Şeref Han’ın sadece hamalların toplandığı Araf Meydan’ının dış duvarına tırmanıp sürünerek ilerle. Nihayet bizim hanın duvarının dibindeyim. Doğalgaz kutusundan birazdan bırakacağım sırt çantasını al. Bir yılan sinsiliğinde, çita çevikliğinde tırman. Mobese kameralarının açısında olmayan taraftan bacaya, oradan ver elini yazıhaneye… Hoş geldiniz. Hd Ekrem’in malzemeleriyle kasayı açıp hazine-i humayun odasının kapısının anahtarını alıp içeri dal.” Ellerini hızlıca tekrar ovuşturup “Tahminlere göre otuz, kırk kilo ham altının hepsini çantalara doldurup makara sistemiyle yukarı çekip geldiğin yoldan geri dön. Sonra iki gün önce rahmetli olup Hasköy Mezarlığında yatan, kimi kimsesi olmayan gariban Ayaz Düzgel amcaya, soruşturma geçene, iş soğuyana kadar emanet et. Garip, dünyadayken bulamadığı zenginliğe ölünce kavuşmuş oluyor. Plan şu an temiz, çalışır gözüküyor.” dedikten sonra gazladı.
Devamı Gelecek Ay…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir