Dünya hayatını bize sadece bir güç kavgası olarak dayatanlar yanılıyor. İşin sonunda ele geçecek şey dünyanın tamamı da olsa hepsi geçici olmak zorunda. Çünkü “Nerede olursanız olun, sağlam ve tahkim edilmiş kaleler içinde bulunsanız bile ölüm size ulaşacaktır..” (Nisâ, 4/78) Ölümü anlamlandıran bilgi, ahireti de doğal olarak anlamlandırır. “Ahiret niçin var?” sorusuna verilecek ârifane cevap “Ahiret niçin varsa dünya da o nedenle / onun için var.” ifadesidir. Soruların cevabı açıklanmaya ihtiyaç duymayacak kadar çok açık olunca bazen insan “Nasıl da gözden kaçırdım?” diyebilir. Her gün gördüğünüz, her an yaşadığınız ve hücrelerinize kadar sinmiş bir gerçek, hem akıl hem kalple alınan bir yol… Sadece kendini kandırma, yeter… Çünkü gerçeğin, insanı teslim alan bir tınısı var ve insan, ruhuna dünya denen algı ortamında ancak böyle nefes aldırabilir. İnsan nasıl oksijensiz yaşayamazsa, “gerçeksiz” de yaşayamaz. Akıl doymadan olmaz. Çünkü zekâ da aklı rahat bırakmaz. Ama sadece aklı doyurmaya kalkarsanız karşınıza akıl oyunları da çıkar. Çünkü bir akıl var, bir de aklın oyunları… Akılla gayet kolay çözülebilecek bir konu, akıl oyunlarıyla boğulursa artık elinizdeki en büyük sermayelerden birini yitirirsiniz. Çünkü Allah (c.c.) İsrâ Suresi 70. ayette “Andolsun biz Âdemoğluna şan, şeref ve nimetler verdik; onları karada ve denizde taşıdık, kendilerine güzel güzel rızıklar verdik ve onları yarattıklarımızın çoğundan üstün kıldık.” buyuruyor. Bu ayetin tefsiri Kur’an Yolu Tefsiri’nde şöyle açıklanmaktadır:
“Şan, şeref ve nimetler” diye çevirdiğimiz kerem kavramı, İslamî literatürde hem Allah’ın insanlara şeref, soyluluk, üstünlük gibi mânevî meziyetler bahşetmesini hem de mal mülk vermesini ifade eder. Böylece ayet insanı dünyada Allah’ın lütfuna en çok mazhar olmuş, en seçkin, en değerli varlık olarak göstermektedir. Tefsirlerde insana seçkinlik kazandıran özellikler akıl, zekâ, temyiz, düşünme, yazma gibi melekelerden başlayarak çeşitli psikolojik ve fizyolojik özelliklere, estetik zevklere, ahlakî yatkınlıklara, canlı ve cansız varlıklar üzerinde tasarruf yetkisine, ekonomik faaliyetlerde bulunma özelliğine, şehirler ve uygarlıklar kurma kabiliyetine kadar birçok meziyete sahip olmasıyla açıklanmaktadır. Fahreddin er-Râzî, dönemindeki felsefe ve psikoloji birikiminden de yararlanarak insanın asıl şerefini ve diğer yaratılmışlar karşısındaki üstünlüğünü, “eşyanın gerçeklerini aslına uygun olarak kavrama yeteneği olan akıl gücü”yle açıklar. Çünkü “Mârifetullahın aydınlığı akla doğar; akıl yeteneği, madde ve mâna (halk ve emir) âleminin sırlarına ulaşan, sahip olduğu bilgi sayesinde Allah’ın ruhlar ve cisimler âleminde yarattığı varlık türlerini kuşatan güçtür… Böyle olunca insan varlığı, bu âlemdeki bütün varlıkların en değerlisidir…” (Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 503-504)
Sonuç olarak; aklınızı kullanmazsanız oradan ele geçecek hakikate de yabancılaşırsınız. O artık sizin için unutulmuş bir gerçek hükmündedir. Ama yaşayacaklarınıza engel olmaya da artık gücünüz yetmez. Akıl-ahiret ilişkisi de böyle bir şey ama çok kıymetli bir şey… Bu konuda yapılan aklî sorgulamaların bizi çıkardığı düzlüğe, akıl duruluğuna, sezgilere ise “delil” deniyor. Ahiretin idrak edilmesi için bazı deliller, bazen rüyalarla anlatılır bazen metaforlarla… Açıkça anlatıldığı yer kutsal kitaplardır. Hepsinin ortak özelliği mutlaka akla hitap edişidir. İnsan, kendinden başlayarak yaratılmış her şeydeki güzelliği fark ettiği an termodinamiğin ikinci kanununa göre önüne çıkan gerçek, yeryüzünde ya da dünya hayatında gördüğü her güzelliğin, râm olduğu, haz duyduğu her şeyin bir gün zevale/yokluğa mahkûm oluşudur. İnsan burada geriye anne karnına dönüp o günlerini hayal ederse, yani en azından başkaları tarafından gözlenen hayatının anne karnında başladığını fark ederse daha anne karnında iken var olan ellerinin ve ayaklarının özellikle anne karnında neye yaradığını sorgulayabilir. Oysa o an bilemeyeceği soruların cevabı dünyaya gelmekle verilmektedir zaten. Demek ki insan tarafından fark edilmeyi bekleyen, o fark etmese de onunla ilgili pek çok hakikat var. Sonuçta insan dünyaya gelince, ellerini ve ayaklarını kullanmaya başlar. Hakeza bütün organlarının hikâyesi de anne karnında başlar. Karaciğer, böbrek, dalak, pankreas, beyin, kalp aynen el ve ayakları gibi, el ve ayaklar da aynen göz ve burun gibi dünyada kullanılan ve kullanılmaya devam edecek olan ve hikâyesi anne karnında başlayan, insan vücuduna ait dünya aygıtlarıdır. Sonuç olarak, insan denince akla gelen tüm organlar daha anne karnında iken dünyada yapacakları iş ve fonksiyonların habercisi durumundadır. İnsan aklında hakikate ve arayışa yönelik cevapların ayak izleri yavaş yavaş zihnimize bir şeyler anlatmaya başlar. Yola çıkan bir yolcunun önceden izleri belli bir patikada yürümesi gibi nereye gideceğinizi bilmeye başlarsınız. Kazası, servisi, bakımı hepsi içinde olmak üzere her şeye hazırlıklı olarak bir ömür sürersiniz. Yolda size lazım olan azıkların hazır olması, yolu yapandan yolcuyu koruyana kadar her şeye müdahale edebilen güç kuvvet ve kudret sahibi, hayy/diri bir gözlemcinin varlığını bir gizem gibi size hissettirir. Aslında her şey çok açık ama beş duyunun ötesinde bir algıya hitap ettiği için gizemlidir. Zamanla emeklemeye başlayan bir çocuk gibi hayatı ve anlamını öğrenmeye başlarsınız. Bir taraftan vücudunuz yani dayanıklılığınız gelişir, bir yandan da idrakiniz ve tecrübeniz artar. Bütün hayati organlar, kalp ve beynin varlıkları, bunlarda bir hastalık ya da zafiyet olduğunda kıymetleri daha iyi anlaşılan bir sürece evrilir. Sağlık ve zaman, o nedenle çok kıymetli iki unsurdur. Yalın ve hiç çaba harcamadan bizde kusursuzca var olan bu organların kullanıma hazır varlıklarını bu organlar bozulmaya başladığında daha da önemser ve kıymetli bulursunuz. Bütün bunlar olurken aklınızda hep gözlemci vardır. Yolculuğu layıkıyla tamamlamak için kendiniz çaba harcadığınız gibi, bir bonus peşinde koşar gibi her şeye müdahale edebilen bir gözlemciden yardım istersiniz. Çünkü sahip olduğunuz hiçbir şeyin size kendi iradenizle verilmediği çok açıktır. Oysa O, yaşadığınız tüm zamanlarda hep sizinle birliktedir. İşte ümidinizi hiç kaybetmemeye ve bir beklenti içinde olmaya “bir gözlemcinin varlığına -hissederek ve aklederek- inanmak” deniyor. Bu şartlarda gözlemci ile diyalog kurma isteği ise hiç bitmeyecek bir şey… Yaptığı her işinde merhametli bir gözlemciyi fark eden bir dikkat ve bir farkındalık da olmalı ki gözlemci ile bir diyalog kurulabilsin… Bu arayış ve yakınlık kurma, tanıma duygusu “yoldaki işaretler” gibi, hayatınız boyunca teker teker karşınıza çıkar ve her birinden ayrı ayrı dersler çıkartırsınız. Burada kaybedilmemesi gereken bir ana cadde mutlaka vardır. Buna doğruyu ararken yanlışlara sapmama da diyebilirsiniz. Doğru bir yol üzerinde iseniz mutlaka bu çabanın ve uyanıklık halinin meyvelerini toplayarak yolunuza devam etme imkânınız olur. Gaflete düşmemek, vazgeçmemek, sebat etmek, doğru insanlarla karşılaşmak, kötülere sabretmek ve tedbir almak, çeldiricilere takılmamak sizin ne kadar azimli olduğunuzu gösterir. Bu durum, aradığınız gerçeğin sizdeki sevgisiyle çok yakından alakalıdır. Sizi bir Seven, bir Yaradan olduğunu fark ettiğinizde yolculuğunuz da kolaylaşır. Neyi ne kadar istediğinize bağlı olarak bu çabalar derinlik kazanır. Önünüze çıkan her delile ne kadar değer verir ve arayışınızla bunu irtibatlandırırsanız, yani üzerinde layıkıyla tefekkür eder ve asla onu itibarsızlaştırmadan, sıradanlaştırmadan, gaflete düşüp unutmadan yolunuza devam ederseniz “hakikatle yüzleşme” yolculuğunuzda “hakikat devşirmeye” devam edersiniz. Bu uğurda idrak ettiğiniz, içselleştirdiğiniz, ifade ettiğiniz her şey, zamanla sizin kişiliğiniz, kimliğiniz, ahlakınız, estetiğiniz olur.
“Anlam krizinin diğer bir boyutu ise insanın ölümü anlamlandıramamasıdır. Zira hayatı anlamlandırmak ne kadar önemliyse ölümü ve ölüm ötesini anlamlandırmak da bir o kadar mühimdir. Modern insan, nereden geldiğini yani hayatı anlamlandırmayı başarsa dahi bu sefer nereye gideceğini yani ölümü anlamlandırmakta büyük zorluklar yaşıyor. Ne kadar bilimsel devrimler yaparsa yapsın, insanın ölüm ve ötesinin manasını anlaması ve anlamlandırması bilimsel yöntemlerle imkân dahilinde görünmüyor. Ölümü anlamlandıramayan, kalbinde, ruhunda, vicdanında bir yere oturtamayan insan daima bir korku, kuşku, kaygı hissediyor; ruhunda sürekli bir azap duyuyor. Beden istediği kadar hazzın peşinden koşsun, ruh azap duymaya devam ediyor. Bu nedenle anlam krizi, anlamsızlık krizi, gayesizlik krizi, insanın dolayısıyla insanoğlunun en büyük krizidir.” (Gençliğin Anlam Arayışı. Mehmet Görmez. Sf.29)
Dünyadaki her insan ahirete inansaydı dünya çok farklı bir yer olurdu. Varoluş düşüncesi (Ontolojik Felsefe) Allah’ın varlığını, ahiretin varlığını, peygamberlerin varlığını bir bütün olarak ele alır. Bize en somut olarak ulaşan bilgi ise peygamberlerin var oluşu ve getirdikleri vahiy kaynaklı kitaplardır. Kadere iman, meleklerin varlığı, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmak bu anlamda yine kitaplar ve peygamberler vasıtasıyla bildirilmiş hakikatlerdir. Allah (c.c.) ise kötülüğü asla murad etmeyen, dünyayı bir sınav (imtihan), olaylar karşısında nasıl bir tutum takınacağımızın gözlemleneceği bir süre ve mekân olarak yaratmıştır. İyiliği ve kötülüğü tercih, bir imtihan alanı olarak kulun iradesine bırakılmıştır. İyinin ve kötünün ne olduğu da açık bir biçimde beyan edilmiştir. Ahiret ise tüm bu süreçlerin değerlendirildiği ve asla adaletsizliğin olmadığı, son noktanın konulduğu adalet, mükâfat ve ceza yeridir. Bu gerçek en güzel bir biçimde Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.” sözüyle ortaya konulmuştur. İmana, özellikle ahirete ilişkin konular metafizik âleme ait konular olarak kabul edilir. En açık garanti ve iman, Allah’a ve peygamberlerine dört dörtlük iman şeklinde ahiret inancımızı şekillendirir. Yine de “ahirete iman konusunda bu âlemdeki varlık, olay ve olgulardan hareketle bazı işaretler bulunabilir. Nitekim Kur’an, pek çok ayetinde insanın önyargılı yaklaşımdan uzak bir biçimde kendisi ve etrafındaki varlık ve olaylar üzerinde tefekkür etmesi halinde ahiretin varlığına mutlak surette inanacağını belirtir.” (Allahım Sorularım Var. Prof. Dr. Soner Duman. Erkam Yayınları.) Her şeyden önce Allah’ın (c.c.) sıfatları ahiretin varlığına delildir. Çünkü Allah, merhametli, hikmetli ve adaletlidir. İkincisi insanın yapısı ahiretin varlığına delildir. Çünkü insan akıl ve şehvetle donatılmış, anlam arayışı olan, ölümsüzlük duygusu ve beklentisine sahip bir canlıdır. Ölümsüzlük duygusu, anlam arayışını da kaçınılmaz kılar. Bu soruya Allah (c.c.) şöyle cevap veriyor:
“Sizi sırf boş yere yarattığımızı ve sizin artık huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn, 23/115) Yine aynı şekilde Kur’an’da; “İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?” (el-Kıyame, 75/36) buyrulmaktadır.
Ayrıca dış dünyadaki varlık ve olaylar da ahiretin varlığını düşündürücü delillerdir. Ölü toprağın yağmurla diriltilmesi, ilkbaharla birlikte yeniden canlanması Kur’an’da verilen bir örnektir:
“Allah’ın rahmetinin izlerine bir bak: Ölü toprağa nasıl can veriyor! İşte ölüleri diriltecek olan da O’dur. O’nun her şeye gücü yeter.” (er-Rûm, 30/50)
“Rüzgârları rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O’dur. Nihayet o rüzgârlar ağır bir bulut yüklenince onu ölü bir memlekete sevk ederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Herhalde bundan ibret alırsınız.” (el-A’raf, 7/57)
Ölümsüzlük duygusu yani aslında ebediyeti arzulama ise insanın en güçlü güdüsüdür. “Hiç kimse ölümü arzulamaz. Ateist bile olsa herkes aslında âb-ı hayat iksirini aramaktadır. Ölünce hiç olacağını düşünen nihilist bir ateistte bile “ebedilik” arayışları gözlemlersiniz: Kitap yazarlar, sanat eserleri vücuda getirirler; sinema, tiyatro yapıtları ortaya koymak isterler. “Yok olacaksan bıraktığın bunca eser neden?” diye sorsanız vereceği cevap “Adım anılsın, tarihte iz bırakayım…” biçiminde olacaktır. Madem yok olacaksın, tarihin derinliklerinde adın anılsa ne olur anılmasa ne olur? Bunu hiç düşünmezler.
Yine benzer şekilde Allah (c.c.) insanın fıtratına ebediyet, sonsuzluk, ölümsüzlük duygusu kodlamıştır. Ateist, fıtratına savaş açan kişidir.
Yaratılışta ruh bantlarına kodlanmış bu duygular hiçbir zaman yok olmaz, ancak bastırılır. Bastırılmış duygular ise bir şekilde mutlaka ortaya çıkar: Sanat eserleri vücuda getirerek tarihin derinliklerinde anılma arzusu, “ölümsüzlük” duygusunun dışa vurumudur. Aynı şekilde, mutlak adalet arayışındaki “tarihin yargılaması” beklentisi de İslamî terminolojideki “mahkeme-i kübra” varlığının ontolojik yansımasından başka bir şey değildir aslında.
Anne karnındaki bir bebekte, gözün varlığı ileride görmek isteyeceğine, burnun varlığı koklamak isteyeceğine, ayakların varlığı da yürümek isteyeceğine bir karinedir, bir delildir. Bilindiği gibi bu organlar anne karnında iken bir fonksiyon icra etmezler, herhangi bir işe de yaramazlar. Bu ve benzeri organların herhangi bir işe yaramamakla beraber anne karnında var olma nedenleri, doğum sonrası ikinci bir hayatın var olmasına delil teşkil etmektedir.
Görme isteği göze, göz ise görme isteğine delildir. Anne karnında bu ihtiyaçların karşılanamıyor olması nasıl ki anne karnındaki hayata nispetle ahiret konumunda olan dünya hayatının varlığına delil teşkil ediyorsa, aynı şekilde bu dünya hayatında karşılanamayan en soylu ve güçlü isteğimiz olan “sonsuzluk” arzumuz da mutlak ahiretin varlığına delil teşkil etmektedir.
Anne karnı, dünya, rüyalar boyutu gibi değişik hayat standartlarında yaşanılabildiğine göre; cennet, cehennem vb. hayat formlarında da yaşanılabilmesi için hiçbir engel yok demektir.
“Carl Jung “kolektif bilinçaltı” adı altında insanların evrensel olarak aynı davranış kalıplarını sergiliyor olmalarının altındaki temel faktörü araştırmış ve ilginç sonuçlara ulaşmıştır. Buna göre; nasıl ki genetik kartlarımız itibariyle bazı bilgileri hazır getiriyoruz, aynı şekilde ruhsal olarak da birtakım davranışlarımızın altındaki temel faktörler de ta eskilerden intikal ediyor, apriori olarak.
İşte ahiret inancı da öylesine güçlü bir duygudur ki adeta insanlığın ortak bilinçaltına kodlanmıştır. “İkinci hayat” olgusu değişik biçimlerde tüm kültür, uygarlık, hatta ideolojilere dahi yansımıştır.
Bu perspektiften değerlendirildiğinde dinleri, ırkları, mülkiyeti, sınıfsallığı mülga kılan, herkesi kardeş, eşit, çatışmaları da ortadan kaldırma iddiasında olan komünizmdeki “ütopya” olgusunu; kolektif bilinçaltında ahiretin izdüşümü olarak değerlendirmek mümkündür. Çünkü böylesi bir tanım cennetin tarifidir. Cennette din, ırk, mülkiyet ve sınıf çatışması gibi bir olgu söz konusu değildir. Bunlar aslında düpedüz cenneti tarif ediyor. Ama ateist olduğu için cennete inanmıyor. Hiçbir farklılığın olmadığı, çatışmalara sebep olarak hiçbir sınıfsallığın olmadığı bir özlem, yani cennet. Bu özlem, insanın ruh bantlarına kodlanmıştır. Fakat ateist kendi fıtratına savaş açtığı için, inanç bağlamında buna inanmadığı için, buna cennet diyemiyor da cenneti yeryüzüne indirmeye çalışıyor. Aslında komünizm dediğimiz şey insanın ruh bantlarına kodlanmış cennet arzusunun ateistteki sapmış tezahüründen başka bir şey değildir. Öldükten sonra böyle bir yerin olabileceğine inanmadığı için de bunu dünyaya taşımak istiyor. Diğer önemli bir argüman ve delili de “Big Bang” (Büyük Patlama) teorisinden hareketle şu şekilde izah edebiliriz: Kanıtlanan bu teoriye göre evren, sonsuz yoğunluğa ve sıfır hacme sahip bir noktanın patlamasıyla yaratılmıştır. Sıfır hacim “yokluk” anlamına geldiğine göre evren “yok”tan var edilmiştir.
Bir an için Big Bang öncesine ışınlandığınızı varsayın. Ne madde ne zaman ne de canlılık var. Orada “mutlak yokluk” içerisinde denilse ki; “Belli bir zaman sonra büyük bir patlama olacak ve hiçbir şey yok iken zaman, mekân ve sonrasında canlılar yaratılacak.” Bu bilgiye o zaman çoğu kişi kuşkuyla bakabilirdi. Çünkü mutlak yokluk içinde böyle bir iddianın gerçekleşmesi bir mucizenin tahakkuku demek. Ama bu mucize gerçekleşiyor ve âlemler yaratılıyor.
İslam ne diyor: “Bir süre sonra büyük bir patlama yani kıyametle her şey yok olup yeniden var edilecek.” Yani başa dönülecek. Şimdi söyler misiniz; Big Bang öncesi yoklukla kıyamet sonrası yokluk arasında ne fark var? Bir şeyin ilkini yapmak mı ikincisini yapmak mı kolaydır? Elbette ikincisi kolaydır. Çünkü ortada ilki gibi bir örneği vardır. Öyleyse ortada hiçbir şey bulunmazken yani hiç yok iken seni canlandıran Allah’a, öldükten sonra seni diriltmek neden zor gelsin?
İşte ayet: Kendi yaratılışını unutup bize örnek getirmeye kalkışıyor ve “Şu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?” diyor. De ki: “Onları ilk başta yaratmış olan diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir.” (Yasin, 36/78-79)
Her yıl kıştan sonra baharla yeryüzünü dirilten, yine her gece, ölümün küçük kardeşi olan uyku ile bir nevi ölüp ve uyanmakla bir nevi yeniden diriliyor olmamızla ölümü ve dirilişi bizlere sürekli tattıran Allah, ahirette de bizleri tekrar diriltecektir.
Bir diğer önemli delil ise metafizik tecrübelerdir: Parapsikoloji kitapları, ölmüş bazı insanların rüya gören kişiye verdiği haberlerin noter marifetiyle gerçekliği tasdikli olay örnekleriyle doludur. Daha da önemlisi, asırlar önce vefat eden bazı Allah dostlarının rüyalar yahut keşif gibi yollarla verdikleri haberlerin aynen tahakkuk etmesi ve bunların doğruluğunun rasyonel ve objektif kriterlerle sağlamasının yapılmış olması ölümün bir yok oluş olmadığı, tam tersine kabir hayatının, berzah âleminin ve ahiretin var olduğunun açık delilleri arasındadır.
Ahiretin ispatı noktasında en önemli kanıt aslında “Kur’an delili”dir:
Çağımız teknolojisi olmadan tespit edilmesi hiçbir şekilde mümkün olmayan birçok bilginin, asırlar öncesi indirilmiş olan Kur’an-ı Kerim’de açıkça bildirilmiş olması çok büyük bir mucizedir. 1400 yıl öncesinin bilim ve teknolojik verileriyle bilinmesi imkânsız birtakım bilgilerin bildiriliyor olması, yüce kitabımız Kur’an’ın Allah kelamı olduğunun en açık kanıtıdır. İnternette “Kur’an mucizeleri” diye tıklansa çok sayıda bilimsel mucize ile karşılaşılacaktır. Bunun anlamı şudur: “Kur’an, temel referans kaynağıdır.” En büyük argümandır, delildir. İşte temel referans olan o Kur’an diyor ki: “Ahiret var, cehennem var, cennet var.” (Dr. Mehmet Öztürk. Makale Gönül Dergisi)
Şunu da unutmamak lazım ki, “ahiret olmadan iyi-kötü ayrımı veya insani değerler olmaz. Çünkü adaletsiz bir insanı ahiretin varlığına ikna etmeden, ona insani değerler kavramını veya iyi-kötü ayrımını anlatmanın imkânsız olduğu açıktır, özellikle o insan güçlü ve başarılı biriyse.” (Zakir Naik. İslam Hakkında En Çok Merak Edilen Sorular.) Aksi halde güçlü ve nüfuzlu birini bu dünyada cezalandıramazsınız…
Reenkarnasyon safsatasının ise akla ve mantığa tamamıyla aykırı olduğunun çok açık olmasının yanı sıra Big-Bang ile çürütüldüğünü ise herkes biliyor…